Risalei Halidiyye

Risalei Halidiyye

HALİDİYYE TERCÜMESİ
Bütün hamdler Allahu Teâlâ’ya mahsus-tur. Öyle Allah ki edebi, kurb (yakınlık) ve ve-lâyet (dostluk) için bir anahtar, nazar ve inâye erbabından feyz kazanılmasına bir sebep kıldı.
Edebi kötü yapanı nihayetin zirvesinden, uzaklığın ve azgınlığın en alt noktasına attı.
Ey Allahım! Senden ismeti, hamiyyeti, anla-yışı, hidâyeti ve senin amel¬den ve takvadan sevdi-ğin şeye muvaffak olmayı isteriz.
Salât ve selâm, hikmetlerin ve dirâyetin men-baı olan Muhammed (s.a.v.) ve (hadisleri) nakil ve rivayetle çalışan ve en son seviyenin de en son seviyesinde O’nun edepleriyle edeplenen âlinin üzerine olsun.
Akıl sahiplerine gizli olmaya ki;
Bâtın ashabından, bilakis Peygamberlerden (Hepsinin üzerine salât ve selam olsun) tam feyz almak iki nesneye bağlıdır. Bazıları üç şeye bağlıdır, dediler. Evvelkisi ihlas, ikincisi edepdir. Çünkü feyz elde etmek ancak Allah dostlarının kalblerinden olur.
Şimdi bir mürid ki onun kalbi ihlas elbisesinden soyul¬muş, ya da Allah dostları hakkında edebe zıt hareketi varsa, bu durumda o müride o zatların feyzle dolu iç âlemleri meylet¬mez.
Üçüncü şey ise; Allah dostlarına muhabbet etmektir. Çünkü muhabbet feyzin çokluğuna ve gayet tabi fazlalaşmasına sebepdir.
Bir müridde zikrolunan üç şey (ihlas, edep, ehlullahı sev¬mek) ziyade olduğunda elde edilecek olan feyzin de hiç şüphesiz ve hilafsız o miktarda artacağı kesin ve tam bili¬nen bir şeydir.
Dahi denildi ki; Feyz almaya tek bir sebep vardır ki mürşide muhabbetten ibarettir. Lâkin muhabbetin zorlanmaksızın ve tekellüfsüz, doğruluk ve yakîn üzere olması lâzımdır. Çünkü muhabbet müridin iç âleminden mürşidin bâtınına akan bir mânevi nehirdir. Bu nehr-i mânevi sebebiyle sürekli olarak feyz almak hasıl olur. Nehr-i mânevinin genişliği ise müritteki muhabbetin azlığı ve çokluğuna göredir. Çünkü bazen muhabbetin coşması anında o mânevi nehir, deniz gibi olup müridin kalbi mürşidin tarafına teveccüh eder.
Bilakis muhabbetin galip olması sebebiyle mürid, şeyhinde fâni olup mürşidin bütün halleri bir defada müridin kalbine aksetmiş olur. Çünkü seven kimse, sevdiği hakkında edebe riayet ve ihlas tarafına sürat edegelmiştir. Nitekim: “Bir şeyi sevmek hem kör hem de sağır eder” denildi. Böyle olduğunda seven kişi sevdiğinde ayıb ve eksiklik göremez ki, kendisinden ihlas ve yakîn yok olup gitsin.
Dahi malum ola ki:
İhlas ve muhabbet ve aynı şekilde edep, gerçekte Allah Teâlâ (c.c.) tarafından akıcıdır. Çünkü her bir makama lâyık ve ona münasib edep vardır. Bundan dolayı bu hususta, tam gayretten, bilakis Mevlâ tarafından kalbe akıcı olacak feyzden ayrılık yoktur. Edeplerin cüzleri kitaba sığmanın dışındadır, denilmesi buna mebnidir. Bununla beraber, tasavvuf tamamıyla edepden ibarettir, dediler.
Şimdi “Tamamına ulaşılamayan şeyin hepsi de terkedilemez” sözünün ifâde ettiğince edep nevilerinden bazısını zikreden selef-i salihînin izine uyuldu ve kısaca zikret¬mekle yetinildi. Tâ ki diğer zikrolunmayan edepler onun üzerine kıyas olunsun. “Allah Teâlâ doğru yola (hidayeti isteyeni) hi-dayet edicidir.”
Allah Teâlâ beni ve seni, sevdiği ve razı olduğu şeye mu¬vaffak etsin. Çirkin ve rüsvay eden şeyden muhafaza etsin.
Malum olsun ki; Mürşid hakkında riâyeti lâzım olan edep bir kaç vecih üzeredir.
Evvelkisi; Niyyet edebi.
İkincisi; Rabıta edebi ve Şeyhin hizmetinde bulunurken huzur edebi.
Üçüncüsü; Mürşid ile huzur edebi.
Dördüncüsü; Mürşid ile konuşma edebi.
Beşincisi; Mürşidin işlerinde hizmet edebi.

Altıncısı; Feyiz talebi için kalbi hazır kılmak, İhlasın keyfiyeti ve taleb edebidir.
Yedincisi; Vird ve hatim edebidir.
Sekizincisi; Seyr-i sülük ve nefis ve şeytanla mücadele edebidir ki bu tertip üzere tafsilatlı olarak inşallah beyan olu¬nacaktır.
Birinci edebe gelince; niyyet edebi idi. Sureti (keyfiyeti) şöyledir; Şeyh İbn-i Hacer (kuddise sirruhu) Hazretleri’nin kavli üzere, niyyet dinin asıllarından olan en büyük asıldır. Bundan dolayıdır ki Resûlullah Efendimiz bir hutbe es¬nasında: “Ey insanlar! Ancak ameller niyyetler ile¬dir.” buyurmuşlardır. -Her ne kadar senedi zayıfsa da- bir hadis-i şerifte “Müminin niyyeti, ame-linden hayırlıdır.” buyuruldu.
İmâm-ı Şafî (r.a.) “Niyyet yetmiş kısma girer” bu¬yurmuştur.
Ayrıca Resûlullah (s.a.v.) buyurdular ki: “Ancak her kişi için kendisinin niyyet ettiği şey vardır. Öyleyse her kim ki, onun hicreti (kast ve niyyet olarak) Allah ve Resûlü’ne ise, o kişinin hicreti (ecir ve sevap bakımından) Allah ve Resûlü’nedir. Ve her kim ki onun hicreti nail olacağı dünya için ve nikah kıyacağı kadın içinse, onun hicreti hicret ettiği şeyedir.”
Bu surette niyet ve ihlas herşeyden lüzumlu, her işten daha mühim ve her nesneden daha öndedir. Ta ki müridin talep ettiği şey elden kaçmasın ve bilakis yakınlık uzaklaşmaya, rıza da azaplanmaya dönüşme-sin. Nitekim riyakârların vaki olduğu (onların başına gelen) durum gibi.
İhlas her amelde vaciptir. Özellikle kalbî amelde en mühim ve lüzumlu olandır. Çünkü (onun) hakkında “Kalbî amelin hepsi de niyyetin ta kendisidir” denilmiştir. O halde şimdi; Tarikat-i Aliyye’nin Meşâ-yını (kaddesallahu esrârahum) kastedenler ya müriddir veya gayrı müriddir.
Muradında sadık olan mürid için niyet edebi şudur; Kalbinin yüzünü Şeyh’i vasıtasıyla o zat tarafına tevcih ve Zât-ı Bâri’yi kasdeyler. Yani dünyevî ve uhrevî garaz, karşılık ve bâtınî haller olan kurb (yakınlık), velayet, tesîrat, irşad, mari¬fet ve diğer mâsivallahı murad etmez.Bu bir şart iledir ki; O teveccüh kulluk edepleriyle beraber sadece Allah Teâlâ Hazretleri’ne olmalıdır.
Reşahat isimli kitabın sahibi (r.a.) der ki: “Mürid, zâta müteveccih olduğunda sıfatlara teveccüh etmesi sahih olmaz. Çünkü zâta teveccüh etmek, sıfatlara teveccüh mertebesinden daha yüksektir.”
Ve dahi gizli olmaya ki; “Zâta teveccüh” demek-ten murad künh ve hakikat itibarıyla değildir. Çünkü künh ve hakikata iti¬bar (etmek, bunları düşünmek) haramdır. Bilakis teveccüh, misliyyetin olmaması ve nefyedilmesi itibarıyladır. (Bu konuyu iyi anla.)
İşte bu zikrettiğimiz teveccüh, sadece “muhabbet-i zâtiyye” sahibi olanlara mümkün olur. Çünkü o taife indinde lütuf ve kahır eşittir. Nitekim bazıları: “Sevgili-den ne sâdır olur¬sa, o şey de sevgilidir.” demiştir.
Mürid olmayan kişinin niyeti sadece Allah rızası olup Şeyh’i imtihan etmeyi kastetmemelidir. Çünkü imtihancı kişi mel’undur. Ayrıca keramet görmek dahi murad eylememelidir. Çünkü velilikte, keramet şart kılınmadı.
Ve şeyhin daha faziletli olmasına da alâmet değildir. Nitekim İbn-i Hacer de (kitabının) hatimesinde böyle açıklamıştır.
“Bazen olur ki; Şeyh’de karamet olur fakat izharına (açığa vurmasına) izin verilmiş olmaz. Ya da izinli olur ama izharını maslahattan (iyi bir şeyden) saymaz.!
İkinci edebe gelince ki; rabıta edebi idi. Kemal (tam) rabıta şöyledir; Hayal hazinesi ki iki gözün arasıdır, onunla mürşidin ruhaniyyet yüzüne, bilakis iki gözü arasına na¬zar eyleyesin. Çünkü orası feyz mahallidir.
Sonra mürşide tazarru ve tevessül (sebep ittihaz) edin¬diğin halde, mürşidin ruhaniyetini hayal hazinesine dahil ve orada hazır, kalbe ve derinliklerine derece de-rece nüzul ettiğini mülahaza kılıp, sen de arkasından yavaş yavaş gidip, nüzul edip hayal gözünden kaybet-meyesin. Hatta nefsinde gâib olasın. Çünkü kalbin de-rinliğine nihayet yoktur ve seyr-i ilallah hasıl olur. Eğer bütün haller bu rabıta ile olsa, nüzul yönünden daha sü-ratlidir. Çünkü maksut zattır, rabıta ise ancak senin için seyr-i ilallah’a vesiledir.
RÂBITAYA DELİL NEDİR?
Eğer denilirse ki;
“Rabıtaya sabit bir delil var mıdır?” Biz deriz ki; “Evet, Kitap, sünnet ve kıyas ile delil sabittir.”
Kitab ile sübûtuna gelince; Hak Teâlâ’nın “O’na doğru bir vesile talep edin.” kavli şerifidir.
Eğer denilirse ki: “Burada vesileden murad rabıtanın gayrısıdır.” biz deriz ki: “Mefhum umûmîdir. (Âyette) Vesile talebiyle emir buyrulmuşsa o zaman rabıta da vesilelerin en efdalidir. Çünkü vesile Peygamberimiz (s.a.v.) ya da vekilleridir.”
Hak Teâlâ’nın “Eğer Allah’ı seviyorsanız bana tabi olunuz” kavli şerifi de aynı şekilde rabıtaya işarettir. Çünkü ittibâ (tabi olmak) metbuun (tabi olunanın) rü’-yetini (görülmesini) ya da tehayyülünü (hayal edilmesini) gerektirir. Zaten böyle olmasa buna tabi olmak da denilmez.
Sünnet ile sübûtuna gelince; İmâm-ı Buhârî’nin zikrettiği vechile (şu hadistir): Hz. Ebû Bekir Sıddık (r.a.) bir gün Hz. Resulü Ekrem (s.a.v.) Hazretleri’ne şikayette bulun¬muş ve “Ruhaniyet hasebi ile helada bile haya-limden ayrılmıyorsunuz” diye (halini) anlatmıştır. Hz. Sıddık-ı Ekber bu sebeple Fahr-i Âlem (s.a.v.) Hazretle-ri’nden gayet haya ederdi.
Kıyas ile sübûtuna gelince; vesileleri, zâtı kastedi¬len için bir takım araçlar olarak ve maksuda yardımcı olması haysiyetiyle hayal etmekte bir beis yoktur. Ancak menedilen, nefsi ve vesileleri “zatı kastedilenin kendisi” kılmaktır. Lâkin hal böyle değildir. Münkirler ise iki işin arasını fark ve tem-yizden kasırdırlar. “Şüphesiz habi-bim, senin bekâna (hayatına) ye¬min ederim ki, onlar sarhoşlukları içinde bocalıyorlar.”
Mürşidin hizmetine gelme edebine gelince bir kaç çeşittir.
* Birincisi: abdestli olmak,
* İkincisi: bütün günahlardan, kusurlardan ve gafletten on beş kere yahut daha fazla istiğfar etmek.
* Üçüncüsü: Fatiha ve İhlas-ı şerif okuyup mürşidinin ruhaniyyetine hediye etmektir.
Sayılan bu üç şey, yürümeye başlamadan öncedir. Yürüme esnasında ise feyiz almak için kalbini mürşidin kalbine tamamen (rabt eylemeli) bağlamalıdır. Lakin bu rabtı, ihlas ve muhabet şekli üzere son derece yalvarma ve boyun kırıklığı ile olmalıdır. Ve bilakis mürşidin ruhaniyyetinin kendisiyle beraber olduğuna ve nerede olursa olsun mürşidin nazarında olduğuna kesin inanmalıdır. Çünkü ruhaniyyet için perde, uzaklık, yakınlık, madde ve müddet yoktur. Buna binaen, (bundan dolayı) mürşidin ruhaniyyetinin hazır olması müridin kalbinin hazır olmasıyla beraberdir. Çünkü ruhaniyet lemh-ı basardan (mahiyeti anlaşılmayan bir anlık bakıştan) daha süratlidir. Bilakis makbul olan (beğenilen) müritten uyanıklık ve uyku halinde mürşidin ruhaniyyeti asla kesilmez. (Yani daima müritle beraberdir.) Mürşid, maksuda (Allah’a kavuşmaya) vesile olduğu için mürid mürşidini göz açıp kapama miktarı unutsa mürid olamaz denilmiştir. Peygamber Efendimiz’in (s.a.v.) devamlı müşahede edilmesine (görür gibi olunma-sına) sebep olan haslet budur. Çünkü şeyhte fani olmak Resûlullah’da (s.a.v.) fani olmanın, o da (Resûlullah’da fani olmak da) fenâ fillâh’ın mukaddimesidir (başlangıcı, ilk adımıdır). Bundan dolayı bazı tarikat erbabı; “Eğer Resû-lullah (s.a.v.) hazretleri bizden göz açıp kapama miktarı muhtecip olsa (perdelense) kendimizi müslüman toplulu-ğundan saymazdık” demişlerdir.
Üçüncü Edep: Mürşidin karşısında durma edebidir: Feyzin bağlı olduğu şey budur. Mürşidin karşısında dur¬ma edebi ise ya zâhir hasebiyledir, ya bâtın hasebiyledir.
Mürşidin karşısında dururken yapılacak zahiri (bedenle yapılacak) edep ise şöyledir: Mürid mürşidinin yüzüne bakmayarak, mürşidin karşısında boynunu eğip, sanki kendisi, sahibi olan efendisinden kaçmış ve geri getirilmiş bir köle gibi tevazu ile durmalıdır. Mürşidi emretmediği müddetçe oturmama-lıdır. Dini bir ihtiyaç yahut tarikatta bir müşkili (prob-lemi) ya¬hut da mürşide ait bir iş olmadıkça kendili-ğinden (yani konuşması emredilmeden) konuşmaya başlamamalıdır. Mürşidin huzurunda bulunanlarla konuşmamalıdır. Mürid olan kimse her ne kadar yaşlı bile olsa konuşmaktan kaçınmalıdır.
Aşık olan kimse aşık olduğu kimseden başkasına ihtiyaç duymadan (meyletmeden) nasıl duruyorsa (yani sırf aşık olduğu kimseye bakıp onu düşünüyorsa) mürid de öyle durup mecliste olanlara (mürşidinin yanında bulunan topluluktakilere) asla bakmamalı ve meyletme-melidir.
Çünkü müridin mürşide aşık olması ve tazimi (hürmeti) Hak Teala için olduğundan, mürşide aşık ol-mak ve tazim, gerçekte Mevla Teala’yadır.
Ve yine sükût edici (susucu) ve gözleri kapalı olarak du¬rup şeyhinden feyiz almak için (kalpten) yal-varma ile beraber şeyhin kalbine yönelici olmalıdır.
Hasılı kelam (kısaca) mürşidini Resûlullah (s.a.v.)’ın ve¬kili ve hüküm vermede ve tasarrufta (işleri halletmede) sultan saymalıdır. (Yani mürşidini hüküm ve ferman vermekte sultan gibi saymalı ve ona göre muamele etmelidir.) Ve mürşidine karşı yaptığı mua-melesini (davranışlarını) Resûlullah’a yahut sultana olan muamele gibi bilmelidir
Çünkü Hadis-i şeriflerde “Âlimler Peygamber-lerin va¬risleridir”, “Kavmi içindeki âlim, ümmeti içindeki peygamber gibidir.”, “Benim ümmetimin âlimleri İsrailoğulları’nın Peygamberleri gibidir” buyurulmuştur.
Tahkik erbabı (Yani bir şeyhin sahih ve hakiki olduğunu meydana çıkarmaya selâhiyetli kimseler) katında bu hadisi şerifin hakikati (gerçek manası) şudur:
Hadisi şerifteki âlimden murat, ilminin gereğiyle amel eden, Allah’ı bilen kimsedir. Çünkü Allah-u Teâlâ’nın ke¬lamının delil olmasıyla ilmiyle amel etmeyen âlim hımara benzer. (Cuma suresinde ilmiyle amel etmeyen âlimler, kitap yüklü hımara benzetilmiştir.) Böyle olunca ilmiyle amel eden âlim ile amel etmeyen âlim arasında büyük ayrılık, fark vardır. Bilakis hiç bir şekilde karşılaştırılmaları bile câiz değildir. Çünkü Hak Teâlâ il¬miyle amel etmeyen âlimleri “İnsanlara iyiliği emreder, kendinizi unutur musunuz?” kavli şerifiyle azarlamıştır. İlmiyle amel etmeyen âlimler hakkında gelen haberler belli bir sayıyla ile sınırlandırılamayacak şekildedir. Masiyetten (günah işlemekten) dönüş ve Allah-u Teâlâ’ya itaat etmeye (emirlerine uymaya) kuvvet, ancak Yüce ve Azîm olan Allah’ın yardımıyladır. (Yani ilmiyle amil olmak ancak Al¬lah’ın yardımıyladır ve bunu Allah’tan iste-riz.)
Batın hasebiyle (yani ruhen) mürşidin karşısında durma edebi (Yani mürşidin karşısında dururken ruh ile yapılacak edep) şöyledir: Mürid mürşidin karşısına çıktığında müridin kalbi gâfil ve şeyhe karşı nefsinde meyilsizlik (rağbetsizlik), şeyhi çirkin görme, beğenmeme olmamalıdır. Çünkü bu sayılanların hepsi mürşidin kalbinin müridden nefret etmesini ve mürşidin nazarından düşmesini ve kalbinden çıkmasını icap ettirir.
Çünkü her bir müridin mürşid kalbinde karargahı vardır.
Ve “Yedinci kat semadan yerin en altına düşmek kalp erbaplarının (mürşidlerin) kalple¬rinden düşmekten hayırlıdır” denildi. Allah-u Teâlâ bizi ve sizi bundan korusun ve Ashab-ı kulub’ü nefret ettirici şeylerden bizi uzak etsin.
Çünkü Ehlullah’ın nazarından düşmek Hakk’ın na¬zarından düşmeye sebep olduğundan Batın Esbabının kalbin¬den düşmek helak olmanın başıdır. Bundan dolayı mürşidin karşısında gafletten uzak olduğu halde vukufu kalbiyi rabt ede¬rek iç feyzi talep edici olarak kalbini mürşidin kalbine mu-habbet (sevgi) ve yalvarma şekli üzere bağlayıp, mürşidin ken¬dine yönelmesini beklemelidir.
Ve mürşidin feyzinin ufku doldurup kapattığına ve müride gelmesinin ise müridin talebine bağlı oldu-ğuna kesin olarak inanmalıdır.
Her ne kadar feyzin geldiğini anlamasa da böyle inan¬malıdır. Çünkü feyzin gelmesi için idrak (feyzin geldiğini an¬lamak) şart değildir. Bilakis şart olan mü-ridin feyzin geldiğine sırf inanması ve feyzin geldiğine hüsn-ü zan etmesidir. Dünya ehlinin maslahat hasebiyle (iş icabı) veya dünya işlerinden bah¬sedenlerin mürşidin karşısında bulunmaları müride (yani müride feyz gel-mesine) zarar vermez.
Mürid mürşidin karşısında oturmayı uzatma-malıdır. Çünkü mürşidin kalbinin nefret etmesinden ka-çınmak lazımdır. Böyle olmaktan Allah bizi korusun. Feyzi batınîden (Mürşidden gelen feyizden) mahrum kalmamak için mürşidin batınından gafil olup, zâhiriyle (dış görünüşüyle) meşgul ol-mamalıdır.
Çünkü mürşidin zâhiri, zâhir erbabı için, bâtını da bâtın erbabı içindir. Ve “mürşidim başka kimseye nazar ettiğinden ve onunla konuştuğundan benden gâfildir. Ben bu halde ondan (mürşidden) nasıl feyiz alabilirim?” şeklindeki bir düşünceyi aklına getirmemelidir. Çünkü bu düşünce mürşide olan itikadın azlığından ve bi¬lakis mürşide olan kötü zandan doğar (meydana gelir). Halbuki her durumda da (mürşidin başka kimselerle meşgul olması ve diğer durumlarda) mürşidden feyiz talep etmek hasıl olur. Çünkü mürşid bir mertebededir ki halkla meşgul olması ona Hakk’tan (Mevla ile beraber olmaktan) ayır-maz. Hakk ile meşgul olurken de (Mevla ile beraber-ken de) halktan (mahlukattan, insanlardan) gâfil (habersiz) değildir.
Bilakis bütün müridler, mürşidin kalbinin ortasında har¬dal tanesi gibidir. Özellikle “Beni, yerim ve göğüm içine alamaz. Ancak mü’min kulumun kalbi alır.” hadis-i kudsisi buna (Yani müridlerin tümünün mürşidin kalbinde hardal tanesi kadar olduğuna, mürşidin kalbinin genişliğine) yeterli delil-dir. Ve şeyhini mertebece öyle ayrı tutmalıdır ki; eğer şeyhim olmasa yeryüzünde beni rabbime ulaştıracak başka bir şeyh yoktur, diye inanmalıdır. Ve bilakis bu alemde hiç bir kimse mevcut değil ve Mevlâ’dan başka, hiç bir şey baki değildir, diye düşünmelidir. Bundan dolayı bütün mevcudât baştan aşağı müridin görüş açısından yok olduğu için (yani her şey yok mesabesinde olduğu için) mahlukat, insanlar kendisini ayıpladığı halde bütün mahlukat müridin nazarında yok mesabesinde olduğundan dolayı kimsenin ayıplamasından korkmamalıdır. Mürşidinden son derece korku hali üzere olup, mürşidin yardımını ümit ve çok arzu etme halinden uzak olmamalıdır. (Yani mürşidinden korkup, yardımını ümit ve arzu etmelidir.) Malından, evladından bilakis kendi canından çok mürşidini sevmelidir.
Kendisinin mutluluğunun mürşidinin kendisinden razı olmasında, şekâvetinin ise mürşidinin kendisini kovmasında olduğuna kesin olarak inanmalıdır.
Bilakis mürşidini şeyhinin şeyhi üzerine takdim etmelidir. Çünkü mürşidi kendisini kovmuş olsa şeyhinin şeyhi de kov¬muş olur. Aynı şekilde Resûlullah’a (s.a.v.) kadar zincirleme arası kesilmeden bütün şeyhler kendisini kovmuş olur. Çünkü vekilin (mürşidin) razı olması, kendisine vekil olu¬nanın yani Resulullah’ın rızası ve sevgisidir. Bundan dolayı mürşi-din razı olması dolayısıyla Allah’ın rızası, mürşidin kovması ise Hakk Teâlâ’nın kovmasıdır. Ve mürşidin karşısında ve mürşidin olmadığı yerde şiddet ve hela-kından kaçınmak ve uyanıklık (dikkat) üzere olmak lazımdır. Çünkü Allah dostları, kalp casusudurlar.
Her ne kadar müride bildirmeleri nâdir olan bir şey ise de, Hakk Teâlâ mürşidleri müridin işlerinden ve düşüncelerinden haberdar eder. Müridin işleri mürşide gizli değildir.
Mürid mürşidin gülmesine, zahiren kendisine güzel mua¬mele etmesine aldanmamalıdır. Bilakis zâhi-ren kendisine güzel muamele etmemesini mürşidinden rica etmelidir. Çünkü mürşidlerin bazısı müride zahiren güzel muamele edip batınî olarak onu mahrum bıra-kırlar.
Ve mürid mürşidin kendisine hürmet etmesini ümit et¬memelidir (istememelidir).
Çünkü mürşidin müride tazim (hürmet) etmesi mürid için öldürücü zehirdir ve müridi yabancı sayma-sındandır. Mürşidin müride hakaret etmesi ise onu terbiye etmek içindir.
Mürşid müridini bütün hallerde ve bütün işlerinde imtihan eder.
Hikaye olunur ki: Bir şeyh müridlerinden birine: “Oda kapısını açıp, süpürüp ve döşeyesin ve şu tarafta görünen kadınlardan sağ tarafta oturan ve şu şekil elbise giymiş olan kadını odaya çağır. Kadın girdiğinde ben de odaya gireceğim. Bir saat kadar üzerimize kapıyı kapa, ondan sonra aç.” diye emretmiş.
Mürid de kendisine emredildiği şekilde yapmış. Kadın odadan çıktıktan sonra mürid eski hali üzere feyiz alıcı ve kalbi¬ni mürşidin kalbine hazır olduğu halde mürşidinin huzurunda durmuş. Mürşid de:
“Bu duruş ve feyiz talep etmeden ne fayda ele geçer. Halbuki sen benim fiilimi gördün. Bu fiil¬den sonra bende batından bir şey kaldı mı?” demiş.
Mürid de cevaben: “Evet, ben evvelki gibi feyzi buluyorum ve inanıyorum ki; fiilleriniz bir hikmet ve maslahattan hali (boş) değildir. (Yani yaptıklarınızda bir hikmet vardır). Buna da her an şahidim. Çünkü sizden tesir ve ta¬sarruf görüyorum.” demiş.
Şeyh hazretleri müridin bu sebatını (su-i zanda bulunma¬masını) güzel görüp, “Git o kadına bana bir akrabalığı (yakınlığı) var mı?, diye sor.” diye kuvvetli bir şekilde emir ve tenbih etmiş. Mürid kadına sordu-ğunda kadın da “Ben Şeyh hazretlerinin kız kadre-şiyim. Sıla-i rahim için gel¬dim ve yalnız kalmayı bekledim.” diye cevap vermiş.
Ey ihvanlar! Madem ki şeyhinizden tesir ve tasarruf görüyorsunuz şeyhin fiillerine itiraz etmeyin.
Eğer kalbinize bir düşünce veya itiraz gelirse hemen peşinden o şeyden tevbe ve istiğfar edin. Çünkü o düşünce o an öldürücü zehirdir. Ehlullah’a itiraz kapısını açık bırakanların kötü akıbet (yani kü-für üzere) öldüklerini keşif, vicdan, tecrübe, imtihan erbabı ve tahkik ve ikan ashabı araştırmışlar ve açık-lamışlardır. Nefsin kötü şeyleri güzel göstermesinden ve şeytanın hilesinden Allah-u Teala’ya sığınırız. Bu konuda ge¬len hadis-i kudsînin deliliyle ehlullah’a itiraz eden kimsenin muhakkak küfür üzere öleceği bazı kitaplarda yazılıdır.
Ve dediler ki: Eğer mürid, şeyhinden zâhiren şeriata zıt bazı işler görse, -Hızır (a.s.)’ın çocuğu öl-dürmesi, gemiyi del¬mesi gibi- Musa (a.s.) ile aralarında geçen kıssayı aklına getir¬sin, düşünsün ki bu düşünmesi ya günahı şeyhten ya da şeyhi günah-tan men eder.
Çünkü veli olmak için haramlardan ve kötü şeyleri işlemekten kaçınmak şart değildir.
Bilakis Peygamberlerin (a.s.) masum (günah-sız) olduk¬larında ihtilaf vardır. Esas olan Peygam-berlerin günahsız olduğudur.
Veli olmakta günahsız olmanın şart olma-masına delil Resûlullah’ın ashabından recim edilmek, el kesilmesi gibi şer-i cezaların meydana geldiğidir. (Yani hepsi birer veli idi. Fakat bu cezaları gerek-tirecek günahları işlediler.)
Bununla (yani ceza gerektiren günahları işle-miş ve ceza¬larını görmüş olmalarıyla) beraber saha-belerin mertebece en aşağısı veli olup evliyanın en faziletlisinden efdal ve velayet sıfatında en kuvvet-lidir.
Beyazıd-ı Bestami’den (k.s.) soruldu ki: “Mürşid olan şeyh zinâya düşer mi?” Beyazıd-ı Bestami de: “Evet, düşer. Allah’ın emri, takdir olunmuş bir kaderdir.” buyurdu. Fakat veliler günaha ısrar etmekten korunmuşlardır ve hemen yalvarırlar, tevbe ve istiğfar ederler. (Yani bir günah işlediklerinde o günahı tekrar tekrar yapmazlar ve hemen istiğfar ederler). Bilakis, bazen günah işlediklerinden dolayı derhal huşu ile yalvararak, ni¬yaz ederek, pişmanlık duyarak, günahtan tesirlenerek ağladıklarından ve bitkin düştüklerinden dolayı dereceleri kat kat ziyade olur. Bu sebeple İbn Ata, Hikem adlı kitabında : “Zillet ve boyun kırıklığı veren masiyet, izzet ve kibir veren tâattan hayırlıdır” demiştir. Aynı şekilde “Eğer sıfat ve amel bakımından denk (eşit) olurlarsa tevbe eden veli, günahtan korunmuş (günahsız) veliden daha fazi-letlidir.” denilmiştir.
Bu zamanda tarikat ashabından birinin lezzetli yemekler yediğini, soğuk şeyler içtiğini, güzel elbiseler giydiğini görseler, halbuki bunların hepsi şeriatın mubah kıldığı şeyler olup, zarar ve ziyan vermekten beri olup o tarikat sahibinin ta¬sarruf ve eserleri de semanın ortasındaki güneş gibi aşikar olduğu halde, onu inkar ve haline itiraz ederler. Bazı kitapların kenarına yazılan izahlarda: “Fakat bunun gibi olan tarikat ehlinde tasarruf ve eserler bulunmazsa haline itiraz, ve inkar etmek vacip olur. Çünkü bu zamanda çoğu şeyhlik tas-layanlar çöldeki serap gibi olup, gönülleri susamış olan müridler, o şeyhlik taslayanları irşad şarabını içirmeye kabili¬yetli zannederler, (yani hallerine itiraz etmek la-zım ki böylelerinin şeyh olmadığı anlaşılsın). Ne zaman ki şeyhe (yani böyle şeyhlik taslayanlara) kavuşurlar, huzurlarına varırlar, o zaman o şeyhlik taslayanda bir şey bulamayıp, susuzluklarının artmasından başka şey göremezler.
Çünkü o şeyhlik taslayanlar cahilliğin aldatması içinde, gaflet uçurumunda ve ah¬maklıktadırlar. Şeyhlik taslayanın kendisi bu halde iken şarabı hakikiyi nasıl içirebilir?” (İbn Atâ’nın, Hikem’inde anlattığı şeyler burada bitti.)
Bu inkar ve itiraz (tasarrufu görüldüğü halde lezzetli ye¬mekler yiyen, güzel elbiseler giyen şeyhe) kendi görüşüne da¬yanarak: “Böyle de şeyh olur mu? deyip aklıyla, veli olan kimseyi riyazet yapan (yani nefsi kırmak için lezzetlerden per¬hiz eden) kimse olarak inanmasından meydana gelmektedir. Bununla beraber Allah dostlarının avam (normal insanla¬ra) ve adete (normalde herkeste görülen hallere) zıt halleri bu¬lunur, zarar vermez. Bilakis Allah dostu olan kişi, yasakları terketse ve farzlarla yetinse aynı şekilde velayetine zıt değildir. İmam-ı Müslim’in rivayetiyle Numan b. Kavfel’in ha¬disi buna delalet eder.
Numan b. Kavfel “Yasaklardan kaçınsam ve farz¬larla yetinsem cennete girer miyim?’ diye Resûlullah’dan (s.a.v.) sorduğunda Resûlullah (s.a.v.) “evet!” buyurmuş-lardır. Ve Peygamberimiz (s.a.v.): “Ben ancak sizin gibi bir insanım. İnsanın gazabı gibi gazap ederim.” buyur¬muşlardır. Kur’ân-ı Kerim’de de “Habibim! Sen de ki: Ben ancak sizin gibi bir beşerim.” buyuruldu. Bazı evliya ise “Benim evliyalarım kubbelerimin altındadır. Onları benden gayrisi bilmez.” hadis-i kudsisindeki “kubâb” lafzından murad beşeriyet sıfatıdır, demişlerdir. Bundan sonra bir velide tesir ve tasarruf görüldükten son¬ra sünnetlerden bir sünneti terkettiğinden dolayı ya da şeriatın mubah gördüğü bir şeyi istediğinden dolayı velinin haline iti¬raz etmek cehaletin çokluğundan doğar. Çünkü bir kimse veli¬den tesir gördükten sonra bu tesir sanki her zamanda o velinin veliliğine şahitlik eder. Böyle tesir gören kimseyi velinin veliliğine şahit olan du¬rumu kendi nefsiyle gördükten sonra dışarıdan başka bir şahide hacet ve ihtiyaç kalmaz. Bilakis mubah olan şeylere itiraz et¬mek cahiliyet adetlerindendir. Nitekim Mevla Teâlâ, Efendimiz’i (s.a.v.) inkar edenlerin cehaletlerini anlatarak, “Kâfirler dediler ki: Bu risalet davasını iddia eden kimseye ne oldu ki yemek yer ve diğerleri gibi (geçim talebi için) pazarlarda gezer.” buyurmuştur.
Fakat mürid, mürşidiyle beraber yemek yemesin, elbisesi¬ni giymesin, mürşide has, ait olan kâseden su içmesin, bineğe binmesin, mürşidin mekanına oturmasın. Eğer bunları yap¬masını mürşid emretmiş ise yapsın, Mürid, mürşidinin bütün hallerini taklit etmesin. Çünkü bazı muhakkıklar ‘Mürşidinin her halini taklid eden zındıktır (dinsizdir)” buyurmuşlardır. Çünkü Allah dostlarında bazı fiiller vardır ki safi Allah’ın kudretinden doğar.
Ve tarikat sarhoşluğunun galip gelmesinden dolayıdır. Ve Allah dostlarının bazı fiilleri bir hikmete bağlıdır.
Nitekim Hallac-ı Mansûr ve Beyazıd-ı Bestâmî’de bu haller tarikat sarhoşluğundan doğmuştur. Efendimize ise bir hikmetten dolayı olmuştur. Eğer bir kimse Allah dostlarının hallerini taklid ederse dinsizlerden ve helak olanlardan olur.
Mürid, mürşidin men etmesini, kovmasını ve azarlamasını kerih, çirkin görmeyip bilakis lutuf ve maslahat saymalıdır. Eğer böyle kabul etmezse makamından düşer ve tevbe-i istiğfar etmeye muhtaç olur.
Mürid, mürşidinin vefat etmesinden sonra mürşi-dinin hanımıyla evlenmemelidir. Mürşid bineğine bin-meden önce binmeli ve inmeden önce de inmelidir.
Eğer mürşidin hizmetçisi ise mürşidden evvel uyu-mamalı, mukim halinde iken şeyh helaya giderken he-laya yakın oturma¬malı, sahrada iken ise şeyh kaza-i hacete giderken yahut kendisi kaza-i hacete giderken şeyhin kendisini göreceği yerde durma¬malı ve şeyhinin helasında kaza-i hacet etmemelidir.
Hasılı kelam, kısaca, mürşidinin kullandığı şeyleri ona hiirmeten kullanmamalıdır.
Mürid, mürşidine her ne şey sorarsa o sorulan şey müridin günahı dahi olsa gizlemeyip söyleme-lidir. Kalbinde olan düşünceleri mürşidinden gizle-memelidir.
Eğer o düşünceler mürşidin hakkında yahut tarikatla ilgili ya da nefsin hoşlandığı şeylerle alakalı olsun tevbe ve istiğfar çekerek gidermeye çalışmalı eğer gideremediyse mürşide bun¬ları söylemeli, şika-yet etmelidir.
Eğer o düşünceleri gidermekte acele etmezse o düşünce kalbinde bulunduğu müddetçe feyz kapısı ona kapanır.
Kendine ait iç hallerini de şeyhinden başka-sından gizlemeli. Şeyhine ise acele olarak açıklama-lıdır.. Eğer başkalarına söylerse veya şeyhinden giz-lerse müridine hıyanetinden dolayı o hal kendisinden gider. Mürşidinin sevdiklerini sevip buğz et¬tiklerine de buğz etmelidir. Bid’at ehlinden, gaflet erbabından ve tarikatı inkar edenlerden uzak olmalıdır. Çünkü denildi ki: “Yabancılardan, arslandan kaçar gibi kaçmak lazımdır.” Ve yine ateşten sakınır gibi kaç-mak lazım olduğu rivayet olunmuştur. Çünkü onların kalplerinin katılığı müridin kalp aynasına akse¬dip su ateşi söndürdüğü gibi nuru söndürür ve müridin hu-zuru¬nu karmakarışık eder.
Bu durum gaflete, kalp katılığına zikirde kalbin ağırlığına sebep olur. Bazen öyle bir durum olur ki kalbi zikirden men eder. Mürid hakikati inkar eden-lerin yemeğinden yememelidir.
Çünkü denildi ki; o lokma kırk gün feyz kapısını kapatır. Müridin yediği yemeği pişirenin temiz ve abdestli olması lazımdır. Eğer yemeği pişiren huzur ehlinden olursa efdaldir. Bu sayılan şartlar ise o yemek helal olduğu ve şüpheli şeylerden uzak olduğu zamandır.
Mürid yemekte ve içmekte bir lokma olsun ve gerek bir yudum su dahi olsa israftan ve hırsla ve aç gözlülükle yemek¬ten ve kalbi gafil iken yemek yemekten kaçınmalıdır.
Çünkü gaflet lokması gaflet getirir, huzur lokması ise hu¬zur getirir. Nefsini de gazaplanma, öfkeden ve gülmekten koru¬malıdır. Çünkü bunlar nisbet nurunu söndürmekte ve kalbi öldürmede suyun ateşi tesirinden sür’atlidir. Durum böyle olunca gazap ve gülme işi yapılan mekandan başka bir mekana kaçmalıdır. Yasaklardan fazla olarak her malayaniyi de terketmelidir. Çünkü hadis-i şerifte “Malayaniyi terketmesi kişinin İslam’ının güzelliğindendir.” buyurulmuştur. Ve bunların (malayani ve diğer filler) hepsi ceza gününde Mevla’nın huzurunda gösterile-ceğinden utanmalıdır.
Çünkü kıymetli ömür ve nefis, değeri cevher gibi olan vak¬ti fırsat ve ganimet bilip her anı Allah’ı zikre ve Mevla ile be¬raber olmaya harcamalıdır. Bilakis nefsini üzerine kefen giydi¬rilmiş ölü ve mezara girmiş sayıp, haline merhamet için (yani kendisine acınıldığı için) sırf zikrullahla meşgul olsun diye mezardan çıkmasına izin verilmemiş olduğunu ve her an tekrar mekanına (mezara) dönme emrinin gelmesi ihtimalinin bulun¬duğunu düşünmelidir.
Nitekim Peygamber Efendimiz (sa.v.). vasıtamız olan mürşidimiz Hz. Ebû Bekir Sıddık (r.a.) hak-kında:
“Her kim yeryüzünde yürüyen ölüye bakmak is¬terse Ebû Bekri’s Sıddık’a baksın” buyurmuştur. Ve yine “Bedeninle dünyada kalbin ile de âhirette ol” hadisi varid olmuştur. Bu manaya üç kere gizli işaret olarak Resûlullah (s.a.v.) buyurmuştur ki: “Dünyada garip gibi ya da yola çıkan yolcu gibi ol. Ve kendini kabir ehlinden say.” Ve Mevla Teâlâ’nın “Ey Habibim! Sen ölüsün onlar da ölüdürler. (Yani ölüm herkesi bulacaktır)” kavl-i şerifi de kısaca buna işarettir. Allahu Teâlâ dilediğini dosdoğru yola hidayet eder.”
DÖRDÜNCÜ EDEP: Mürşid ile konuşma e-debidir. Mürid, mürşidiyle konuşacağı zaman mürşi-dinden izin isteyip, ve mürşidin hoşuna gitmeyecek bir iş yapmaktan sakınarak sesi¬ni alçaltıp Allah’a sığınarak kölenin efendisi karşısında konuştuğu gibi konuşmalıdır. Çünkü Mevla Teâlâ, ashabın bazısını mürşidi ha¬kikî ile (Hz. Muhammed ile) tekellümde edebi öğretmek için “(Ey müminler!) Peygamber’in sesinin üzerine sesinizi kaldırmayın (yükselt-meyin)” buyurmuştur. Ve mürşidin nutkunu dili ve kalbiyle tasdik edip, lafzen yahut kalbe düşmesiyle (yani kalbinden), lime, lâ (niçin, hayır) ile mukabele eylemeye.
Tahkik erbabı “mürşide lime, lâ ile karşılık veren mürid, ebedî olarak felah bulamaz”, demiştir. Çünkü Allah dostlarında bazı işler vardır ki sırf Hakk’ın kudretinden meydana gelir. Bazı işler de bir hikmete bağlıdır.
Durum böyle olunca mürşidin işlerinden, o işlerin sebep ve hikmetlerinden soru sorarak mürşide karşı gelmek edepten değildir. Bilakis müride lazım olan hemen huzur-u kalp ile tasdik edip susmaktır. Ve mürşid ile konuşmak hiç bir halde caiz değildir. Lakin müşkil (içinden çıkılması zor) bir durumu çözmek için yahut halini mürşide bildirmek için olursa caizdir.
Ve dahi gördüğü rüyayı, keşiflerini mürşidine anlatıp mürşidi de tabir etmezse, tabir etmesini talep etmemelidir. Ebedî ola¬rak, asla gaybî şeylerden soru sormamalıdır. Çünkü gaybî şeyler mürşide aşikar olduğu halde bir ihti¬mal onları açıklamasına izin verilmemiştir. Eğer mürşid kendi¬si gaybî şeylerden açıklasa bu açıklaması ya açıklamakla emrolun-duğundandır. Böyle olursa ona noksanlık ve eksiklik yoktur. Ya da mürşid izhar etmeye izin verilmiştir. (Yani emre-dilmemiştir, yalnız izin verilmiştir). Fakat mürşid açıkla-makta din işlerine ait bir maslahat (fayda) görmüş, onun için açıklamıştır. Durum böyle olunca mürid olan kimsenin mürşidine ve mürşidden meydana gelen fillerin tamamına inanması ve tasdik etmesi vacip olur.

KERÂMET
Kerâmet (mürşidin keramet göstermesi) efdal ol-masına sebep değildir. (Yani kerâmet gösteren mürşid efdaldir diye bir şey söz konusu değildir). Bilakis efdal ol-maya sebep olan şey inancın kuvvetidir ve Allah’ı tanı-maktır. Kerâmet çoğu zaman dünya şeylerine meyletme-yenlerden ve Allah’ı sevenlerden meydana gelir. (Yani henüz ârif ol¬mamış kimselerden) Arifler ise kerâmete iltifat etmeyip (bunu sanki) erkeğin hayız görmesi gibi sayarlar. Bu Tâife’nin Efendisi Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) demiştir ki: “İnsanlardan su üzerinde yürümüş olanlar vardır. Onların en faziletlileri ise susuz (susamış) olarak vefat etmiştir.” Bu zikir olunanların hepsi bu meseleyi uzun olarak anlatılan ki-taplarda ayrıntılı bir şekilde yazılıdır.
Ve mürid olan kimse bütün fiillerinde ve işlerinde mürşidinden izin istemelidir. Çünkü mürşi-din izin vermesinde bereket vardır. Ölüyü yıkayan, ölüyü nasıl çeviriyorsa, kendisi de aynı şekilde kendi seçiminden öylece soyulsun. Mürşidinden halini, söz-lerini ve malını gizlememelidir. Sefere çıkmayı kast etmek için mürşidinden izin isteyip seferden döndü-ğünde de tekkenin kapısı önünde inip mürşidinden izin alıp ailesine dönmelidir.
Eğer mürşidi, müridin yanına gelirse mürşid kalkıp gi¬derken misafiri (yani şeyh efendiyi) yolcu etme işinde sürat edip, şeyh “Artık geri dön” dediği yerde şeyhin elini öpüp şeyhinden feyiz alıcı olduğu halde şeyhi gözden kayboluncaya kadar durmalı ve ondan sonra mekanına dönmelidir.
Hasılı kelam; mürşidine sultana layık olan hür-met ve ta¬zim ile hürmet etmelidir. Eğer hiç sultan görmemiş ise sultana nasıl tazim edildiğini gören-lerden bu edebi sorup, o edebi ye¬rine getirmelidir.
BEŞİNCİ EDEP: Mürşide hizmet edebidir. Bir mürşide hizmet ya beden ile olur ya da mal ile olur.
Beden ile hizmet edebi: Mürşide hizmet etmenin Resûlullah’a (s.a.v.), bilakis Hakk Teâlâ’ya döndüğüne inanıp, mürşide hizmet etme işini Mevla Teâlâ’nın kendisine bir nime¬ti bilmelidir. Mürşide hizmet işine muvaffak olmaya ve o hiz¬mete has kılınmış olduğuna memnun ve şükredici olmalıdır. Kalbinden de bu yaptığı hizmetlerini mürşidinin ba-şına kakmamalıdır.
Çünkü bu şekilde başa kakmak zehirdir ve ecrini mükafatını zayi edeceği kesindir. Bu yönü hizmet edebinin itikad yönüdür. Hizmet edebinin amel yönüne gelince; mürşidin emrettiği şeyi katiyyen geciktir-memelidir. Başının kesilmesi emri dahi olsa geciktir-memelidir. O işi geciktirmesine de yalandan sebepler göstermemelidir. Eğer mürşidin emrettiği işi geciktir-mesine sebep şer’î bir emir olursa o zaman gecikti-rebilir. Eğer mürşidin emrettiği bir işi üzerine almış ise helak olacağını bilse bile teahhüdünü bozmamalı, aldığı görevi yerine getir¬melidir. Üzerine aldığı görevi nef-sinin ihtiyaçlarının önüne geçirip mürşidin söylediği vakitten bir an bile geciktirmemeli¬dir. Bu görevinde mürşidin manevi yönelmesi ve ruhani yardımı yetişip, o iş o yardımla meydana gelir. Aldığı görevi yerine ge¬tirmekten ve görevine uygun hareket etmekten başka şey kastetmemeli, istememelidir. Eğer kendisine kurb, fütuh, velayet ve diğerlerinden bir garaz arız olsa ondan istiğfar et¬melidir. En sağlam (en güzel) olan ise, Hakk Teâlâ’nın sanki mürşid için yaratmış olduğuna inanma-sıdır. Bilakis hizmeti nefsine nisbet etmemek için ken-disini var görmemelidir.
Ve mürid olan kimse için mürşidinin toplanıp oturduğu kimselerin arasına oturmamalıdır. Mürşidinin yanında ye¬memeli, içmemeli, karşısında başını açma-malı, örtüsü altında ve karşısında uyumamak, mürşi-dinin seccadesi üzerine, mürşidinin bulunduğu yerde namaza durmamalıdır. Eğer mürşid namaz kılıyorsa yahut bulundukları mekan mescid ise bunda bir beis yoktur. (O zaman mürşidi varken namaz kılabilir). Fa-kat namazı kaçırma ihtimali gibi zarûrâtı şer’iyye (şeriatın emrettiği şeyler) var olduğunda yine bir beis yoktur.
Mürid kendisini mürşidin hizmetine layık görmeyip emrolunduğu hizmette kendisini kusurlu bilmelidir. Şeyhinin muhtaç olduğu işleri mürşidin emir vermesine fırsat bırakmadan ve şeyhin hatırına gelmeden yerine getirmeye koşmalı ve dikkat etme-lidir. Çünkü bu şekil üzere hizmet ederse mürşidinin kalbini rahatlatmış olur ve gönlünün açılmasına sebeptir. Bilakis mürid, şeyhin kalbinin ortasına gi¬rer. Böyle olunca mürşidinin batınının hepsi müridin kalbine aksedip bu sebeple artma ve devam meydana gelir. Mürşidin hizmetini son derece sevinç ve güler yüzlülükle yerine getir¬melidir.
Nakîb Hâce Abdullah Herevî’nin (k.s.) şeyhine olan hiz¬mette bu (anlatılan) şekilde olup, mürşidine hizmeti sebebiyle anlatılamayacak şekilde sevilme ve kabule ulaşmış olduğunu görmüşüzdür. Ve bütün halifeler O’na gıpta edip çevreden herkes onun emrine itaat etmişler ve bağlanmışlardır.
Mürşide mal ile hizmet edebi şudur ki: Mevlâ Teâlâ’nın kendisine verdiği bütün mal ve evlatların âlem-i ezelde mürşidin ruhaniyeti bereketine oldu-ğuna inanmalıdır. Her ne kadar bu âlemde meydana gelme¬si gecikmiş ise de, bütün malların mürşidinin olup kendisi de onun kölesi olduğunu, yediği ve içtiğinin mürşidinin cömertliğinden ve yardımı vesi-lesiyle olduğunu bilmelidir.
Mürşidine bir şey verdiğinde mürşidinin utanacağı yerde ver¬memelidir. Yaptığı ikram ve nimeti mürşide göstermeyi kast etmemelidir. Bizzat getirdiği bir şeyi mürşide vermeyip mürşidin hizmetçisine teslim etmeli ve kendisinden kabul olunması için zahirî ve bâtını olarak Hak Teâlâ hazretlerine yalvarıp, itimat edip mürşidine sığınmalıdır. O getirdiği şeyi mürşidine ve yaşlılardan olan mürşidlere adasa, kabul edilmesi yönünden daha kuvvetli ve riyâdan da daha uzaktır. (Çünkü adayınca vermesi vacip olan bir şey olduğu için riyaya da yer kalmaz). Hediye olarak getirdiği yelde malının en temiz ve ziyade pak kısmından olup, kabul edilmesini kendisi için bir minnet ve nimet saymalıdır. Bunun (kabulünün) karşılığında da Hakk Teâlâ’ya şükretmelidir.
Hikâye olunur ki: Meşayıhtan biri vakit ve hal icabı “Bana bin dirhem altın lazım oldu” deyip müridlerinden biri de bunu işittiğinde derhal, hemen evine gidip babasından ne kadar para olarak miras kaldığını annesine sorar. O da “babandan bin dinar kaldı, falan yerde saklıdır.” diye haber verdiğinde, o mürid o ka¬dar altını alıp, şeyhi yalnız iken şeyhinin karşısına çıkıp, şeyhinin elini öptükten sonra altınların kabul edilmesi için şeyhine yalvarmış ve iltica etmiş. Kabulünden sonra şeyhin karşısında topluluk oluşmuş ve şeyh hazretleri bu gencin gayretini güzel bulduğundan dolayı topluluğa açıklamış. Mürid bu işi (yani şeyhinin kendisinin yaptığı işi cemaate açıkladığını) işittiğinde hemen kalkıp şeyhinin elini öper ve “Size verdiğim altınlara annemin rızası olmadı. Geriye verme-nizi rica ederim” der
Şeyh de evinden getirip yerine geriye ve¬rip, teslim eder. O toplulukta bulunan kimseler müridin bu ha¬reketine şaşmışlardır. Akşamdan sonra mürid altınları alıp Şeyhi yalnız iken gelir ve “Ey benim şeyhim! O altınları beni insanlar içinde övesiniz diye vermemiştim. Bunun için toplu¬luk karşısında nefsimi çirkin görüp, aşağı düşürüp şimdi yine geriye getirdim.” demiş.
Bu şekilde yalvardığında şeyh hazretleri müridin bu ha¬reketini, işini güzel bulup onu kabul olunanların en faziletli¬sinden kılmış. Hadis-i şerifte “Her kişi için kendisinin niyet ettiği şey vardır”, “Ameller ancak niyetler iledir” buyuruldu. Efen-dilerin efendisi, lütuf ve ihsan kaynağı olan Efendi-miz (s.a.v.) doğru söyledi.
ALTINCI EDEP: İhlası talep ve feyiz ve be-reket hasıl olması için kalbi hazırlamanın şekli hak-kındadır.
Müridin ihlası öyle olmalı ki mürşidin, Resû-lullah’ın (s.a.v.) vekili ve âlemde Allah’ın halifesi ol-duğunu bilip, mürşidinin kendisini red etmesini Allah ve Resulünün reddetmesi, kabul etmesini de aynı şekilde Allah ve Resulünün kabul etmesi olduğuna inanmalıdır.
Ve yukarıda geçtiği şekilde bir müridi şeyh reddederse şeyhinin şeyhi de kabul etmeyip tâ ki Resûlullah’a (s.a.v.) kadar silsiledeki şeyhlerden hiç birinin kabul etmeyeceğini bilmelidir. Mürşidde öyle bir ruhaniyet vardır ki; bütün hallerde müridinden ayrılmaz. Hatta, ih¬vanımızdan bazıları mürşidin ruha-niyetinin üzerlerinde hazır ve kendilerine baktığını gördükleri için uykuda bile ayak uzat¬mazlar.
Eğer bu mürid bu hali görmezse, görüyor gibi inansın. Çünkü bu inanç gereği edeplendiği için şeyhinin kendisine baktığını gören mürid ile feyzde eşittirler. Bilakis mürşidinin ruhaniyyeti, mürid can çekişirken ve kabir suali zamanında müridin yanında hazır olur ve münker ve nekir isimli melek-lere cevap vermekte yardım edip teselli verir ve şeytan o müridden kaçar, uzaklaşır. Çünkü (daha önce) anla-tıldığı gibi ruhaniyet için perde, madde, müddet yoktur. İhvanımızdan bazıları vefat etmiş olan ve Allah’a yaklaşmış müridin kabrine kalben baktıkla-rında keşif yoluyla mürşidin ruhaniyetini ka¬birde görüp, ona yardım ettiğini, teselli verdiğini ve ziyade korku ve heyacanını yatıştırdığını görmüşlerdir.
Anlatılan bu durum Allah’ın kudretine bağlıdır. Allah’ın kudretine inanmak size iman esalarından, temellerinden ve şartlarındandır. Bu gibi şeyler aklın tasarrufunun dışında olup hemen bu şekilde inanmak lazımdır. Mürid, Hak Teâlâ’nın, mürşidine gaipte olan (gözün görmediği yerde olan) şeyi görecek göz, işitecek kulak verdiğine inanmalıdır.
Her ne kadar bu durumu mürşidi ona göstermese de, açıklamasa da böylece itikat etmesi gerekir. Çünkü Hadis-i Kudsî’de “Kul nafile ibadetlere devam ettikçe bana o kadar yaklaşır ki ben onu severim. Ben onu sevdiğim va¬kit işiten kulağı, gören gözü olurum.” buyurulmuştur.
Bir rivayette de “Benimle işitir, benimle görür, benimle tutar, benimle yürür, benimle konuşur” diye gelmiştir. Ve Mevla Teâlâ’nın “Hani sen attığın zaman sen atmadın, fakat Allah attı.” kavli şerifi bu mânaya işarettir. Eğer böyle inanırsa mürşidinin feyzi doğudan batıya uzayıp mürid nerde olursa ol¬sun mürşidin feyzinin suyun en derin yerlerine bile ulaştığını bilir. Durum böyle olunca, feyiz almanın anahtarı bu şekilde kuvvetlice inanmak ve ziyade şekilde feyzi talep etmektir. Keşif ve ru’yet erbabı olan mürid, mürşidinin nurunun doğu ile batı arasını kaplamış olduğunu görür.
Eğer bir mürid bundan ziyade noksan (yani şeyhinin nuru¬nun doğu ile batı arasını kaplamadığını veya az bir yeri kap¬ladığını) görürse, noksanlık ve zayıflık o müridin keşfinde olup mürşidin nisbetinde değildir. (Mürşidin, Mevlâ ile olan nisbetinde, beraber-liğinde değildir.) Ve yine mürşidinin uykusunun ken-disinin geceyi ibadetle geçirmesinden, yemek yeme-sinin ise kendisinin oruç tut-masından daha faziletli olduğuna inanmalıdır. Mürşidin bir nefeste (bir anda) yükselmesi, başka bir kim¬senin bütün ömründe yük-selmesi kadardır. Mürşid kendisinde olan bir bakış ile, bir kimseye baksa o kişiyi Cüneyd-i Bağdadî ve Beyazıd-ı Bestâmî’nin (k.s.) makamına ulaştırır.
Kendisine mürşid tarafından bakılan kimse fasıkların en fasığı bile olsa yüksek makama ulaşacağını bilmeli ve mürşidinin bu bakışını (kendisine öylece bakmasını) talep et¬melidir. Çünkü “Mü’min Allah-u Teâlâ’nın nuruyla bakar” buyurulmuştur. Allah her şeye kadirdir. Talebin (Mevlâ’yı is¬teme, arzulamanın) nasıl olacağına gelince; yüreğinin or¬tasından, samimi bir kalple Mevlâsını arayıcı, canı yürekten arzulayıcı olduğu halde Mevlâ’nın muhabbetine itimat edici olmalıdır. Mevlâ’yı sevmesi öyle olmalıdır ki Mevlâ’yı ara¬ması müridi malına, büyük makam ve memuriyetlere, çoluk çocuğuna ve bütün mülkiyetindeki arazilere, hatta kendi varlığına bakmaktan ve yönelmekten, meyledip ilgilenmekten alı koymalıdır.
Çünkü “Muhakkak Allah-u Teala yüksek him-metlileri sever” buyurulmuştur. (Yani Mevlâ’yı sevmeli, aşağı, alçak olan dünya malına bağlanmamalıdır.)
Ve mürid bu şekilde Mevlâ’yı istemesine, arzu etme-sine güvenmeyip, bilakis Mevlâ’nın fazlı keremine güven-melidir. Çünkü müridin talebinden ve amelinden bir ameli Mevlâ’nın fazlı keremine denk olamaz. Müridin talep ve ameline itimat etmesi eş ve benzerden münezzeh olan Mevlâ Teâlâ ile bir çeşit karşı karşıya gelmek demek olur. (Yani kendini Mevlâ’ya ortak koşmak demektir.) “Dünya ve âhireti denizler olarak gördüm. Hepsini feyiz olarak içtim, kanmadım” sözünün mânası üzere Mevlâ’yı talep etmede hararet ve susuzluğu son derece olmalıdır.
Aynı şekilde bir an bile Mevlâ’ya yönelmiş iken başka bir şey istese bu dönüp yönelmesi Allah’tan başkasına olup Mevlâ’dan yüz çevirmiş olur. Çünkü Mevlâ Teâlâ Haz-retleri (hiç) bir şeyde ortaklık kabul etmez. (Yani başka bir şeyin sevgisinin kendisine ortak koşulmasını istemez, kabul etmez.) Ve Mürid Mevlâ’yı talep etmekte durakla-mamalıdır. (Yani bu talebi gün günden artmalıdır. Çünkü talebin duraklamasında korku vardır. Bilakis duraklamak, zarar, ziyan ve talebi kaybetmektir.
Çünkü denilmiştir ki: “Her kimin iki günü birbi-rine eşitse o al¬danış içindedir.” Bir kimsenin iki günde olan ameli birbirine denk olup ikinci günde olan ameli evvelki günkünden ziyade ol¬mazsa hüsran (zarar, ziyan) ehlindendir. Aynı şekilde “Eğer ziyadede değilsen, nok-sandasın” denil¬di. Ve Peygamberimiz (s.a.v) “Allahım! Ziyadeden sonra nok¬sanlıktan sana sığınırım” buyur-muştur. “Havr” noksan, “Kevr” ziyade demektir. Mevlâ’yı talep etmekte duraklamak iki sebep¬ten dolayıdır. Birincisi; sahibine gizli olan (kişinin kendisinin anlamadığı, fark et-mediği) başka bir isteğe kalbin yönelmesidir. İkincisi de günah işlemektir. Böyle olunca hemen, acele olarak tevbe ve istiğfar edip Hakk Celle ve A’lâ’ya kendini alçaltarak ve sığınma, himâye isteme ile yönelmek lazımdır. Feyzin hasıl olması için kalbi hazırlamaya gelince: Fikrini ve duygularını dünyadan, âhiretten ve bütün iç hallerinden bilakis vücudundan kesip Allah’tan başka bütün her şeyi unutmuş gibi olmalıdır.
Mürşidinin kalbinden feyz-i ilahiyi isteyici, talep edici olduğu halde bakışını kalbinin derinliklerine atıp, çevirip, kal¬bini mürşidin kalbine bitişik ve feyzi kendine doğru çekiyor olduğunu düşünmelidir. Feyzi çekmesi ise şöyle olmalıdır: Zât-ı Mukaddes Celle Şânühü’den bir an bile gafil olmayıp, (Mevla’yı unutmayıp, hatırından çıkarmayıp) son derece susuz¬luk (Allah aşkı), Mevla’yı taleb etme, isteme, yalvarma ve mu¬habbet (Allah sevgisi) ile bekleyici olmalıdır. Ve kalbi açıldığında (Kalbinin kapısını mürşidine açtığında) feyzi ilahi¬nin denizler gibi kalbe doğru hareket ettiğine (aktığına) inanmalıdır. Her ne kadar (feyzin) kalbine aktığını anlamasa, hissetmese de öylece inanmalıdır.
Çünkü fey¬zin geldiğini anlamak feyzin gelmesi için şart değildir.
Bilakis şart olan feyzi istemek, talep etmek ve o an feyzin geldiğine kesin olarak inanmaktır. Hakk Celle ve Alâ “Ben ku¬lumun zannı indindeyim (zannı üze-reyim)” buyurmuştur. (Yani Mevla’dan feyiz geldiğini zan ettiğinde, düşündüğünde feyiz gelir)” Allah diledi-ğini doğru yola hidayet eder.”
YEDİNCİ EDEP: Tarikat dersi, hatm-i hâce ve ziyaret edebidir.
Ders edebine gelince, abdest alıp boş ve tenha bir mekânda kıbleye yönelici olduğu halde, sağ yanı üzeri-ne oturup ayaklarını sol taraftan çıkararak oturmalıdır. Dışarıda bulunan şeylerden ve uğraşacak, meşgul ola-cak şeylerden duygu ve düşüncelerini kesip (Yani et-raftaki şeyleri düşünmeyip) beş, onbeş ya da yirmi beş kere istiğfar etmelidir.
Sonra son derece alçaklık ve acizlik ile, noksan-larını kabul ederek tesirlenme ile (Mevlâ tarafından) kabul olunması için zikretmeye, Mevlâ’nın yardım et-mesi, sünneti seniyyeye tabi olmak, iman ile âhirete gitmek için dua etmelidir. Ve mürşidinin mertebesinin ziyade olmasına, artmasına, mürşidinin Mevlâ’nın şeriat ve tarikatın değerini artırıp kabul ettirmesinde, Efendi-miz (s.a.v)’in sünnetlerinin diriltilmesinde (yaşanma-sında) yardım etmesi için ve mürşidinin hüsnü hatimesi (iman ile âhirete gitmesi) için dua etmelidir.
Ondan sonra tarikatın imamı (önderi) olan Bahâ-üddin Nakşibendî Hazretleri’nin fetihlerle dolu ruhlarına Fâtiha’yı şerife ve İhlas okumalıdır. Daha sonra gözleri-ni yumup kendisini sanki tahta üzerine konulmuş, elbi-seleri çıkarılmış, yıkanmış ve kefenlenmiş ölü olarak düşünmelidir. Bazı müridler bedenlerinde ölü yıkayıcı-sının elini ve omuzlarında da kefeni mülâhaza ile hisse¬derler.
Bilakis kendisini o halde (yıkanıp kefenlendikten sonra) tabuta konulup kabre girmiş bilmelidir. Kavmi ve diğer insanlar kendisinden ayrıldıklarından (mezara koyup gittiklerin¬den) yalnızlık ve ıssızlıkta kalıp bütün mal, amel ve ailesinden ümidini kesip Hakk Teala’dan başka hiç bir kimsenin kendisine faydalı (fayda verebilecek) olmadığını bilmelidir.
Ve kendisini Yaratıcı’nın huzurunda son derece alçak ve aciz, noksan olarak düşünüp, utanarak bu durumu iyice düşünmelidir. Bu anlatılanları çeyrek saat kadar (15 dakika) düşündükten sonra mürşidini vesile kılıp mürşidine yöneldiğini ve mürşidin alnı ile yüzüne bilakis iki gözü arasına bakıyor olduğunu hayal etmelidir. Çünkü mürşidin iki gözünün arası feyiz mahalli, yeridir.
Ve bakışını mürşidinden kesmemelidir. Eğer ehl-i ru’yetten ise (manevi gözle görenlerden ise) görme ile, manevi gözle görenlerden değil ise (vicdan) kalple his-sederek veya (şeyhine baktığını) sağlam şekilde bilerek şeyhine bakmalıdır.
Ondan sonra rabıtanın, müridin ruh hazinesine girdiğini düşünüp çeyrek saat kadar bu durumu korursa, devam ettirirse daha kuvvetli ve daha güzeldir. Eğer zikir vaktinde, zikreder¬ken mürşidin yüzünün kalbinin hizasında olduğunu düşünse daha cem’iyyetli ve ayrılıktan daha uzaktır. (Yani Mevla ile beraber zikret-miş olur). Birinci kısımda zikrolunduğu şekilde bu şe-kilde hayal etmeye “rabıta” ismi verilir.
Bu şekilde hayal etmek, düşünmek, en büyük iksirdir. (Bir Şeyin elde edilmesine sebep olan un-surdur) ve (rabıta) nefsi eritici, şeytanı kaçırıcı, Mev-la’dan feyzi almanın kaynağı ve Hakk Celle ve Âla’ya ulaşmaya vasıtadır.
Bazı muhakkikîn (Hakikati arayıp ortaya çıkaranlar) “rabıta zikirden daha hayırlıdır” demişlerdir. Yani bu durum (rabıtanın zikirden daha faziletli olma durumu) bazı yeni başlayan müridlerin haline göre (yeni başlayan müridler için) böyledir demektir.
Müridin itikadına gelince, “şeyhim beni kabul ederse Allah katında da makbul (kabul olunmuş) olurum ve Hakk Teâlâ’nın dergâhından, büyük kapısından kovulmuş olsam mürşidimin beni kabul etmesinden başka bana kurtuluş yoktur” diye kesin olarak inanmalıdır. Aynı şekilde yardım edilmesi ve kabul olunması için devamlı olarak mürşidine yalvarmak ve sığınmak mutlaka lazımdır. (Yani daima rabıta üzere olmak lazımdır). Önceden geçtiği gibi rabıtayı kalbine indirse caizdir. Rabıtadan sonra sıra bazgeştedir. Bazgeşt ise “Allahümme ente maksûdî ve rıdâke matlûbî” “Ey Allahım! Maksudum sen¬sin. Matlubum (aradığım, istediğim) senin rızandır” sözünü en güzel şekilde düşünerek kalbiyle yahut lisanıyla üç kere söylemelidir. Ve bu sözü söylerken sıdkı aramalıdır. (Söy-lediği gibi maksadını Mevlâ yapmalıdır.) Eğer yalan-cılardan ise (Yani maksadı Mevlâ değilse) bunu söyledi-ğinden dolayı, müteessir (tesirlenmiş, üzülmüş) ol¬malıdır. (Yani benim kastım Mevlâ olmadığı halde yalan söylü-yorum diye düşünmeli ve kastının Mevlâ olması gerek¬tiğine inanmalı ve gayret etmelidir.) Ondan sonra ise vukuf-u kalbî ile meşgul olmalıdır.
Vukuf-u kalbî ise şudur: Duygularını bütün uğraşacak şeylerden ve dışarından kesip “Allahu Ehad” sözünden murat olan Zat-ı Mukaddes Celle Şânuhû tarafına çevirip, kalp ve zihnin, sırf Allah ile meşgul olmasıyla Allah’a yönelerek bütün bakış ve anlayışları ile kalbinin ortasına ve de¬rinliğine yönelmektir. Bu şekilde düşünce içinde en az çeyrek saat kadar durur. Eğer daha fazla olursa daha faziletlidir. Bu hale dalmış olup, bu hal gece ve gün-düzü kaplasa (yani daima bu hal üzere olsa) kesin olarak sayı ile zikir yapmak o kişiden kalkar. Çünkü zikirden murat zikrolunanın kendisidir.
Şu da bilinmelidir ki; vukuf-u kalbî tarikatın direği, bila¬kis aslı ve üzerine bina edildiği temelidir. Her ibadette, bilakis ayakta dururken, otururken, yan üstü yatarken ve bütün hallerde vaciptir. Hatta helaya giderken ve eşine yakınlık anında bile lazımdır. Nitekim “Onlar ki Allahu Teâlâ’yı her halde, ayak-ta, otururken ve yan üzerine yatarken zikre-derler” âyet-i kerimesi bu manaya işarettir. (Bu âyette Mevlâ, böyle olanları halis akıllılar olarak tarif etmiş ve bu hali övmüştür.) Çünkü âyet-i kerimede anlatılmak istenen bütün hallerdir. Eğer yapılan zi¬kir ve ibâdetler vukuf-u kalbî olmadan yapılsa ruhsuz suret gibi olur ve itibarın dışındadır.
Vukuf-u kalbî halini zaptettikten (ele geçirdik-ten) sonra Allah lafzının kalbinden aktığını düşü-nerek kalbin zikriyle meşgul olmalıdır. Bütün azaları hareketsiz olup bilakis kendi görüşü ve ar¬zusuyla hareket etmesini ve anlayışını cesedinden soyup ölü gibi olmalıdır. Sırf sayıyı muhafaza etmek için bakışını, dikka¬tini zikre bağlayıp kalbini salıversin ki, kalp kemali ih¬tiyarıyla meşgul olsun. Eğer kalp Zatı Mukaddes Celle Celâlühü’yü iyice düşünmeye da-larsa bu yeterli olup tarikat ha¬line dalıp Allah’tan baş-kasından habersiz olduğundan dolayı zikretmese en güzel ve en kuvvetlidir. Çünkü zikirden muradın zik-rolunan olduğu önceden geçmişti. O halde kalbi u-yandırmak, zikre döndürmek caiz ol¬maz. Çünkü zik-rin kendisi de Allah’tan gayrı bir şeydir. Zikir müd-detini alacak kadar o hal uzun olursa dersini yerine getir¬miş olur.
Câhil müridlerden bazıları Allah lafzını kalbine zorlayarak atıp kalp ile zikir arasını ayırmazlar ki kalp kendi¬liğinden zikirle meşgul olsun ve bütün Allah’tan başka her şeyden geçkinlik gelsin ve Allah ile ziyade meşgul olsun. Hal¬buki kalp zorla elli bin sene zikirle meşgul olsa mürid Allah’a vasıl olamaz ve bu zikir onu hiç bir hale çekmez. Zira Hz. Ali (r.a.) “Kalp zorlanırsa kör olur” bu¬yurmuştur. Ve bilinmelidir ki; kalp Zat-ı Mukaddes (c.c.) haz¬retlerini benzersiz olarak düşünmekte ziyadesiyle meşgul olup sonra bazı düşüncelerin gelmesiyle Mevla ile beraber olmaya gevşeklik geldiğinde zikre dönmelidir.
Tekrar zikirle ziyadesiyle meşgul olmak ve gaybet alâ¬metleri ortaya çıkmışsa, gaybete teslim olup zikri terketmelidir. Her yüz tane başında ve vesvese meydana geldiğinde “Allahümme ente maksûdî ve rızâke matlûbî” sözünü tekrar etmelidir. Eğer vesvese gitmezse mürşidin ayağını kalbine koyup rabıtaya sarılarak ve böyle düşünerek zikirle meşgul olmalıdır. Kalbinden vesvese gidinceye kadar manasını düşünerek tekrar tekrar istiğfar edip rabıtanın yüzünün kendi kalbine dönmüş olduğunu düşünmelidir. Eğer tutukluğun galip olmasıyla kal¬bine gevşeklik, düşünce ve gaflet gelirse soğuk su ile gusül et¬melidir. Bir sebepten dolayı soğuk su ile gusül etmeye gücü yetmezse harareti arttıracak suyla gusül etmelidir.
Ondan son¬ra her gaflet ve düşünceden ve Rabbi ve mürşidi hakkında edebi terkettiğinden ve diğer hatalardan yirmibeş kere istiğfar edip iki rekât tevbe namazı kılmalıdır.
Ve o düşüncelerin Zat-ı Bâri’ye ayna ve Mev-la’nın zâhir olduğu şeyler olduğunu düşünmelidir. Çünkü düşünceler de mevcudattan var olan şeylerdir. Nitekim “Bâtılı zatında inkar etme. Zira o da O’nun bazı zuhuratındandır.” denilmiştir. Ve kalbiyle ba-ğırıp “YÂ Faal!” isminin manasını düşünerek çokça ve uzatarak, şeddeleyerek söylemelidir. Şeyh Hasan el-Şâzelî’den rivayet olunmuştur ki: Melik ve Yaratıcı olan Mevla Teâlâ’yı noksan sıfatlardan tenzih ederim. Eğer dilerse sizi giderir ve yeni halk getirir. Bu Allah üzerine büyük değildir, âyeti kerimesini söylemelidir. Fakir (yani ben) bunu tecrübe ettim. Bu zararın bir anda giderilmesine iksir buldum.
Aynı zamanda akıcılığı sesli bir şekilde olan bir su başında durmak, rüzgar sesini dinlemek ilaçtır, denilmiştir. Çünkü sular ile rüzgar aralıksız ve ke-sintisiz, açık olarak (hû) ismini zikrederler. Değirmen sesi de ilaçtır, denildi. Çünkü değirmenin sesi daha mübâlağalı, daha şiddetlidir. Ve muhkem dağlara çık-mak ve ağlamak da ilaçtır, denildi. Bu ilaçlara, ağla-ma ve boyun kırıklığına devam etmek lazımdır. Çün-kü zi¬kir Hak Celle ve Alâ’ya vâsıl olmaya sebep ve zikredenin sevil¬diğine alâmet olup, Hak Teâlâ’nın ga-dap ve saadetsizlik murat ettiği kimseden alınır.
Böyle olunca bu kırıklık ile sâlikin hali geriye döner. Nitekim Allahu Teâlâ “Ben kalpleri kırık olanların yanındayım.” buyurmuştur.
Denildi ki: Mürid nefsine hitap ederek: “Matlub çok azizdir, maksut çok kıymetlidir ve O’nu talep etmeye layık değilim. Lakin taliplere yapışarak ve onlara ben¬zeyerek mürşidin emrine imtisal ederek oturur ve beklerim. Zira ben onlardan değilim. Ama onlara benzemek saadet bakımından bana kâfidir.” demelidir.
Ve denildi ki: Mürid ken¬disine gelen feyzi irâde ve yaratan Bârî Teâlâ’yı düşünüp “Dost ne işlerse sevgilidir. Benim muradım yoktur, ancak senin mu¬radın vardır. Benden onu istediğin vakit o benim muradımın aynıdır.” demelidir.
Hemen o anda o zararlar ondan gider. Bu son iki ilaç bu fakirin hatırına gelenlerdendir.
Kalp letâifi ile zikir işte budur. Kalp letâifinin nuru omuz hizasından çıktığında ve yükseldiğinde yahut kalpte çırpınma meydana geldiğinde ruh letâifine talim ettirilmelidir.
Ruh letâifi, sağ memeden iki par¬mak miktarı aşağıdadır. Zikir, ruh letâifinde ve vukuf-u kalpte olur. Bu iki tarafa bir bakışla bakan kimse gibidir. Ruh letâi¬finde hareket meydana gelip zikirle meşgul olduğunda sır letâifine talim ettirilmelidir.
Sır letâifi, sol memeden iki parmak miktarı yukarıdadır.
Aynı şekilde zikir sır letâifinde ve vukuf-u kalpte olur. Bu letâif de aynı şekilde zikirle meşgul olduğunda hafî letâifine talim ettirilmelidir. Hafî letâifi, sağ memeden iki parmak mik¬tarı yukarı-dadır. Ondan sonra ehfâ letâifine zikir talim ettiri¬lir. Bu letâif göğsün ortasındadır. Bu letâifte de zikrolunduğu şekilde meşgul olmalıdır. Ondan son-ra nefis letâifine zikir ta¬lim edilmelidir. Bu letâif iki gözün arasıdır. Ondan sonra beden letâifine zikir talim edilmelidir. Cesedin bütün cüzlerinde ve kıl diplerinde bile, tam bir vukuftan sonra bütün ceset ile bir¬likte zikir eder.
Zikir, cesedin her yerinde latif bir karışmakla ya da bütün cüzlerde zikirden tenebbüh ve uyanıklıkla tesir ettiğinde artık zikirlerin sultanı diye isimlendirilir.
Allah lafzı ile zikretmenin miktarı en az beş bindir. En çoğuna sınır yoktur. Talipler için bir gün bir gecede miktarı yirmi beş bindir. Fakat beş bin zikir bir oturuşta tamamlansa te¬sirde daha kuvvetlidir. Üç oturuşta yapılsa da caizdir. Ondan sonra mürşit nefy-ü ispat (lâ ilâhe illallâh) ile talim edilmeli¬dir. Nefy-ü ispatın en güzel şekli şöyledir: Vukuf-u tâm için ilk önce bütün anlayışları ve hisleri kalbin derinliklerine atıp daha sonra akla gelen şeytanî düşünceleri çıkarmak kastıyla, nefsini de zorlayıp sonuna dek boşaltmalıdır. Lakin bu vukuf kuvve¬tiyle olmalıdır. Çünkü vukuf kuvveti bütün zamanlarda düşünceleri defetmekte en büyük şeydir.
Ondan sonra nefesini içine çekip ve tutup ondan sonra (Lâ) lafzını, onun manası olan “yoktur” manasını düşünerek göbekten beyin zarına kadar uzun bir çizgi olarak düşünmelidir.
Ondan sonra (ilâhe) lafzını düşünüp o çizgiyi beyin zarından omuz başına kadar ayırmalıdır. Eğer bunu dersi yapan mübtedî ise (lâ) ile nefy olunanın ibadet olunan (yoktur), orta derecede biri ise, kast olunanların cinsi, nihâyete ulaşmış kimse ise, bütün var olan şeyler olarak düşünmelidir. Orta derecede olan hiç bir kastolunan şey yok demeli, nihâyete ermiş kimse ise hiç bir mevcut yok demelidir.
Sonra illâ lafzını düşünüp, o çizgiyi hayâlen ve kısaca omuz başından letâifler üzerine, kalbin ağzına varıncaya kadar tecrid etmelidir. Bu çizgiyle beraber istisnayı murat etmelidir. Ve Allah lafzını büyüklüğüyle kalbin derinlik-lerine son de¬rece şiddet ve kuvvet ile atıp sayısını tek yapıp son keresinde ise Muhamedür Resûlullah kelimesini hayal edip ondan sonra ne¬fesini solumalıdır. Fakat nefesin gir-mesinde ve çıkmasında ve iki nefes arasında vukufu mu-hafaza etmelidir. Nefesi salıverdiğinde ise Allahümme ente maksûdî ve rızâke matlûbî, demelidir.
Fakat bütün cüzlerinde vukuf lazımdır. Bu sayılan şartlarla yeniden başlamalıdır. Tek olması şartıyla bir ne-feste sayı yirmi bine ulaştığında sayıyı artırmalıdır. Eğer o durumda helak ve mahvolmak ortaya çıkarsa ne güzel. Eğer böyle bir şey olmazsa yeniden başlamalıdır.
Nefesini şiddetli darlık olacak ve huzur karışacak dere-cede tutmamalıdır. Eğer sevilen ve istenilen şeylerden belli olmuş bir şey varsa o sevdiği şeyin eseri kalbinden yok o-luncaya kadar onu aşikar olarak, özellikle nefye has kılma-lıdır. Çünkü hatarât-ı hubbiyye feyiz kapısını kapatır.
İlmi düşünceler ise malayanidir (maksud değildir) ve onun (sevilen şeyleri düşünmenin) zıddınadır. İşte Tarîkat-ı Âliyyey-i Müceddidiyye katında nefy-ü ispat yolu budur.
Ve yolun yedi temeli vardır.
Birincisi: Vukufu kalbî,
İkin¬cisi: Lafızları düşünmek,
Üçüncüsü: Manaları düşünmek,
Dördüncüsü: Nakışları düşünmek,
Beşincisi: Muhammedü-r Resûlullâh kelimesini düşünmek,
Altıncısı: Bazgeşt (yani; ilâhi ente maksûdî ve rızâke matlûbî),
Yedincisi: Sayıya dikkat et¬mektir. Bu da sayıyı tek yapmaktan ibarettir. Bazı tarikat er¬bapları sekizinci bir rükün ilave ettiler. O da kalbin nakışları hissetmesidir. Ondan (o nakıştan) tersine dönüş (lâ) şekli meydana gelir. Lakin şiddetli açlık olmamalı. Tokluk da menedici bir sebeptir. Ve hadler (çizgiler) çekmek için kalp zorlanmaz. Bilakis kuvvetli vukuf, ziyade tamam bir cemiyyet, nefsi mülahaza ile çizgiler çekilmiş olup gidip gelme ile (tekrar tekrar çizmek ile) döndüğünde çizgilerin kendiliğinden çekildiğini düşünmekten başka bir şey lazım değildir. Hakikatte çizgileri çeken vukuf-u kalbidir. Bunu iyice düşün. Nefy-ü ispatın bahisleri çoktur. Bu halis cemaatin ki¬taplarında zikredilmiş olup burada yazmaya ve sözü uzatmaya gerek yoktur. Bilakis erbabından (şeyhten) alma-yınca, tarikat ashabı katında terbiye görmeyince kitaptan alınmasında fayda olmaz. Bunu iyi anla.
Yalnızca talibe vacip olan hal gereğince kemale ulaş-mış ve başkalarını kemale ulaştıran, bir işi istediği gibi ya-pabilen bir mürşid buluncaya kadar (ilmin çokluğuyla) bol ilimle, doğudan batıya kadar sefer ederek, terbiye olun-maya sürat et¬mektir.
Çünkü kimyanın (kimya ilminin) kitaptan alınması mümkün olmayıp bir çok kimseler bu yolda mal ve ömrünü harcasa da o ilimden cüzî bir miktara ulaşamazlar. Hallerin alınması ise bundan (ilim almaktan) daha ince ve daha latiftir.
Müride bir saat yahut daha çok müddet kadar Al-lah’tan başka bir düşünce girmeden Allah’la huzur mey-dana geldiğinde murâkabay-ı ehadiyye ile talim edil-melidir.
Eserleri ortayı çıktığında onun alâmetlerini erbab-ı tek¬mil bilir. O zaman murâkabay-ı maiyyet ile talim edilmelidir.
Miktardan, mukaddese olan maiyyet alâmetleri ki kal-be ve vehme ait olarak neş’et eder, müride zahir olduğunda onun için artık velâyet-i sugrâ tamam olur. Bundan sonra velâyet-i kübrâ (büyük velilik) ve velâyet-i ulyâ (en yüksek velilik)dir. Bu velâyet-i kübrâ ve ulyânın öyle adamları vardır ki Hakk sübhânehû ve teâlâ, sırf fazıl ve kere¬minden onlara yardım etmiştir. Çünkü imkansız olan yalnızca peygamberlik mertebesidir.
Fakat velayet, Resûlullah (s.a.v.) Efendimize tabi olmak ve onun izinden gittiklerinden Resûlullah’ın nü-büvvet kandi¬linden alınmış bir kandildir. Bu Allah’ın faz-lıdır. Onu dilediği kimseye ihsan eder. Allah büyük fazıl sahibidir.
Veliliğin nasıl olduğunun bu risalede açıklanmaması bir kaç sebebe bağlıdır.
İlk olarak; sırların kitaplara yazılması yasak oldu-ğudur.
İkinci olarak; anlatıldığı gibi terbiye olunmadan ve mana ve hal ehli katında manevi yola bağlanmadan kitap-tan elde edil¬emeyeceğinden.
Üçüncü olarak; sözün kısası seçildiği için,
Dördüncü ola¬rak; bu kitabın toplanıp yazıl-ması mübtedîler (yeni başlayanlar) için olması.
Beşinci olarak; bir ihtimal mürid ki¬taba bakıp o haller kendisi için maksut olması korkusudur.
Ashab-ı Tahkik: “Gerçek maksud, ibadet olunan Allah’dır. Maksud Allah olursa bâtının bütün maksatlardan (hatırlayarak bile olsa) ve mâsivallahtan (Allah’tan başka şeylerden) boşalt-mak lazımdır. (Yani veli olmayı maksat edin¬memek lazımdır.)” dediler.
Altıncı olarak; mürid velâyet mertebelerine bakıp nefsin çirkin bir şeyi güzel göstermesi sebe-biyle veliliği kendisi için hayal edip (kendisinin veli olduğunu hayal ederek) velâyet mertebesine ulaştı-ğını ve velilikle vasıflandığını düşünüp he¬lak olanlar-dan olması ihtimali olmasıdır.
HATMİ HÂCEGÂN
(Allah onların sırlarını mukaddes kılsın ve ruhum onlara feda olsun) şudur: Evvelinde yedi kere Fâtiha-yı şerife okunmalıdır. Fakat zikir halkası bü-yük ise sağ tarafta olanlar okusa daha faziletlidir. Ondan sonra yüz kere salavât-ı şerif, sonra yetmiş dokuz kere “Elem neşrah” suresi, ondan sonra bin kere İhlas-ı şerif ve sonra yedi kere Fâti¬ha-yı şerife okumalarıdır.
Fakat bu sefer zikir halkası büyük ise Fâtiha-ı şerifeyi sol ta¬rafta oturanlar okusun.
Ondan sonra salavât-ı şerif getirilir. Daha sonra da silsiledeki meşâyıhın ruhlarına hediye edip dua edilir. Eğer tatlı cinsinden bir şey varsa edep ve tazim ile yeni¬lir.
Hatim edebi ise şudur: Gözlerini kapatıp beş, on beş veya yirmi beş kere istiğfar edip sonra bir an rabıta ondan sonra hat¬min başından sonuna kadar vukuf-u kalbî için kalbine bakışı at¬maktır.
Kur’ân hatminde de aynı şekilde vukuf-u kalbî lazımdır. Çünkü avamın okuması lafızlardır. Havassın okuması ise manâyı düşünmek iledir.
Ehassul havâs olanların okuyuşu ise ilâhî feyzi bekleyip hatmin sonuna kadar kesilmeksizin feyzin kalbe indiğine inan¬makla beraber kalp uya-nıklığı ile ve kelamın sahibi (Kur’an’ın sahibi) kendisiyle konuşan Zat-ı Mukaddes tarafına yönel-mesidir.
Hatmin sonunda zikrolunan meşâyıhlardan yönelmesini ve feyiz talep edip hatimde onların hazır olduklarına inanmak hatmin edeplerindendir.
Dirilerden ve ölülerden olan meşâyıhı ziyaret edebi: İlk önce niyetin halis olmasıdır. Şu şekilde ki: O zâtın Evliyaullah’tan bir veli olduğuna inan-malıdır. Eğer ziyaret eden kişi tarikat ashabından yani müridlerden ise o ziya¬retle Allah’ın rızasından başka dünya ve âhirete âit istekler istememelidir.
Ve kesinlikle imtihan ve zâhiren gönül açıklığı istemekten, şeyhten kerâmet görmeyi istemekten uzak dur¬malıdır. Çünkü imtihan eden kişi lanetlenmiştir.
Ve İbn Saka ve Ebu Abdullah Bağdat’ta vaktin gavsı (yani hakikat marifetine vasıl olan büyük veli) olan Hâce Yusuf Hemedanî (k.s.) Hazretlerinin mecli-sine ihlas ve edep ile ziya¬rete geldiklerinde şeyhi imtihan sebebiyle helak oldular.
Hikayeleri de meşhurdur. İbn-i Hacer Mekkî’nin Fetâvâ kitabının sonunda zikrolunmuştur. Ama Kerâmet velâyet ve efdaliyete şart değildir ki kerâmet sahibi olan efdal olsun. Çünkü işin merkezi, şeksiz ve şüphesiz Allah’ı bilmenin kuvvetliliğinedir. Ve şayet ki ketmine memur ola. Ve çoğu halde mürşidin inanç ve kesin itikadını imtihan etmek için şeyh bil¬mez gibi görünür. Bilakis bir an bile boş kalmaz. (Yani de¬vamlı imtihan eder.)
Ziyarete giderken ikinci olarak tam temizlik üzere (yani abdest ve gusül üzere) olmalıdır. Üçüncü olarak, sırf mürşidi olan rabıtaya Fâtiha-ı şerife ve İhlas oku-malıdır.
Eğer ziyaret ettiği zat mürşidinden başka birisi ise aynı şekilde mürşidi için okuyup ve mürşidinin ru-haniyetini vesile kılıp ve o zata mürşidini şefaatçi say-malıdır.
Sonra yürümeye başlayıp âsilere şefaatçi yolu üzere (yani asilere şefaat ettiğini düşünerek) rabıtayı önünde olarak düşünmelidir ve bütün günahlarından ve amellerinden ve zühdünden bir kaç kere istiğfar etme-lidir. Şöyle ki; kendisini âsilerin en asisi sayıp hiç salih amelinin ol¬madığını bilmeli ve hiç bir şey okuyamayan cahil saymalıdır.
Mürşide ve Allah dostlarına hizmet etmek iste-diğinde kendisinde züht, takva, fazıl (mertebe), ilim bilakis aklın var olduğunu aklından çıkarmalıdır.
Öyle ki Ehlullâh’ın karşısında aklı ile bir şeyi diğer şeye benzeterek hüküm vermesin ve kendisi bir şey icat etmesin. Yukarıda (daha önce) anlatıldığı şe-kilde müritleri imti¬han etmek için Musa ve Hızır (a.s.) arasında meydana gelen kıssaya benzeyen işler vardır.
Ve faziletlerini ve varlığını görmek gibi anla-tılan şeylerin hepsi müridi, mürşidin feyiz ve bere-ketine ulaşmaktan men edip engellediğinden mürşi-din fazlını görmekten ve bil¬mekten mahrum bırakır. Tarikat esnasında atılan adımlardan ve tarikat meşak-katlerinden asla, ebedi olarak eziyet çekici olmayıp (zorlanmayıp) bilakis onu (tarikatı) Hakk tarafından kendisine verilmiş halis meziyet (sırf fazilet) ve ni-met bilmelidir. Çünkü mürşidini kast eden kimse Hak Celle ve Alâ hazretleri¬ni kast eder. Muhabbetin (sev-ginin) doğruluğunun alâmeti sev¬diği tarafına (sevdi-ğine) ulaşmak için gittiği yolda eziyet çekici olma-maktır.
Ve mürşidinden mânevî feyiz ve yardımdan başka, dış mu¬amele yapmasını ve kendisiyle konuş-masını ümit etmemelidir. Çünkü Allah dostları sev-diği kimseden zahir, dış muamelesini keser. Ve ziya-ret ettiği zatın bihasebizzahir ilminde ve ame¬linde ba-tınına kemaliyle itikat edip, onu hikmete, maslahata yormalıdır. Kendi hakkında olan eksikliklerden istiğ-far etme¬lidir.
Dördüncü olarak ziyaret ettiği zat diri olsun ölü olsun hizmetine giderken, feyiz almak için kalbini onun kalbine vukuf-u kalbî üzere raptedip, hizmetine vardığında da aynı şekilde o tarz üzere amel etme-lidir. Bu sayılan dört şart, ölü ve diri olan veli hak-kında ortaktır.
Beşinci olarak kapılarından her birinde “Esse-lamü aleyküm tahiyyaten minnî ileyküm El-Fâtiha” (Benim ta¬rafımdan size Fâtiha olsun. Dün-yevî ve uhrevî işlerimin kolay olmasında sizi vesile yapıyorum) diye selam vererek Fâtiha ve İhlas-ı şerif okumalıdır.
Altıncı olarak; kıbleye arka çevirici olduğu hal-de ayağına yakın olarak ziyaret ettiği ölüye yönelici olup rabıtayı hazreti mezara kendisi için şefaatçi olduğunu düşünüp bu şefaat ile O’nu kendisine vesile kıldığı halde durmaktır. Ve o zamanda selam verip a-yakta Fâtiha ve İhlas-ı şerif okumalıdır. Sonra da otu-rup Kur’an’dan bir aşır okusa daha faziletlidir. Ondan sonra o velinin kalbini kendi kalbine bitiştirdiği, yan yana ettiği halde velînin kalbinden feyiz talep et-melidir.
Fakat kendi kalbini velinin kalbinden bir mik-tar aşağı edip vukuftan gafil olmamalıdır. Son derece yalvarma ve kırıklık ile feyiz talep edip hazreti me-zarın feyzinin çokluğuna ve on¬dan kendi kalbine fey-zin geldiğine son derece hüsn-ü zan (güzel zan) et-melidir.
Çünkü feyzin gelmesine çare olan şey feyzin geldiğine inanmak ve hüsn-ü zan etmektir. Nitekim hadis-i kudsîde: “Ben kulumun bana zannı üzere-yim” buyuruldu.
Yukarıda, daha önce açıklaması geçtiği şekilde feyzin gelmesine çare feyzi görmek ve anlamak değildir. Bunu iyi anla.
Bu feyiz talep etme ve oturmanın müddeti ziyaret edenin zevk ve cemiyeti miktarıdır. Ondan sonra ken-disine, mürşidine ve müminlere dua etmelidir. Ve baş-larken ilk önce mürşidini hazreti mezara şefaatçi ve ve-sile kıldığı gibi mürşidine de mezardaki veliyi vesile kılıp mürşidiyle ona tevessül etmelidir. Tâki o velinin lütfu kendi¬siyle beraber ve kendisi hakkında bakışı zi-yade olsun. Çünkü mubah (terkinde günah, işlemesinde sevap olmayan şey) olan bir şey için dua edenin duasına mezar sahibi elbette amin der ve Hak Teâlâ’nın fazl (iyilik) ve yardımıyla o dua elbette kabul olur.
Yedinci olarak Fatiha ve İhlas-ı şerif okumalıdır. Yahut ziyaretinin evvelinde okuduğu gibi sonunda da Kur’an’dan bir aşır ile beraber okuyup ayağa kalktığında “Benim tarafımdan size selam olsun. (Fâtiha) Dünyevî ve uhrevî işlerimin kolay olmasında sizi vesile yapıyorum” demelidir. Aynı şekilde ilk geldiğinde okuduğu gibi kapılardan her birinde bu şekil üzere selam verip Fâtiha ve İhlas-ı şerif okumalıdır. Geliş ve gidişinde gülmek ve oyundan uzak olduğu halde mekanına dönmelidir. İşte ziyaret edebinin tam ve noksansız yapılma şekli budur. Selâm hidâyete tabi olanların üzerine olsun.
Sekizinci edep: Tasavvuf yoluna bağlanmak, nefse galip gelmek için yapılan gayret edebidir. Bu da bir kaç çeşittir:
Birincisi: “Ben insanları ve cinleri ancak bana ibadet et¬sinler için yarattım” âyet-i kerimesine son derece boyun eğerek ve kulluktan başka diğer sebep ve maksatlardan niyetini saflaştırmalıdır.
O sebepler ister dünyaya ait işler yahut âhirete ait işler ol¬sun, isterse içe ait olan manevi hallerden fütuh (Kalp ile ilmi ledünnî keşif), kurb (Cenab-ı Hakk’a yaklaşmak) ve velilik ve diğer şeyler olsun eşittir.
Bilakis kalp gözünü hayalindeki bütün düşün-celerden pak olan Zât-ı Mukaddes Celle Celalühü Hazretleri’ne dikmelidir. Şöyle ki; Zat-ı Bârî’yi (Ya-ratıcıyı) kesinlikle bir karşılık ve maksat için değil de kendi zatı için murat etmelidir. Allah’tan başka ve yersiz olan isteklerden müride bir şey arız olsa (gel-se) tevbe ve istiğfar ederek gidermelidir.
İkincisi: Bütün günahlardan tevbe guslüyle gusledip kendisini ölü sayarak bu guslü aynı şekilde ölünün yıkanması saymalıdır. İki rekât tevbe namazı kılıp dünyadan ve tekrar yeryüzüne çıkmaktan ümi-dini kesmelidir. Çünkü yeryüzüne çıkmayı kast ve ümit eden kimse mânen dışarıdan (yer yüzünden) içe-riye (mezara) girmiş değildir.
Bilakis mürit aldığı nefeslerden her nefesi son nefes sayıp namazlarında, zikir halkasında gâfil ol-mamalıdır ki. Mevlasından gafleti esnasında ruhu be-denden çıkmasın. Çünkü me¬dar (işin kaynağı) bâtı-nadır. Hadis-i Şerifte: “Ameller ancak niyetler iledir” buyuruldu.
Üçüncüsü: Devamlı abdestli olmaktır.
Dördüncüsü: Gece gündüz zikre devam et-mektir. Fakat yalvarma ve kırıklık ile zikir etmelidir.
Beşincisi: Vukuf-u araya bir şey sokmadan açık (aralıksız) oluncaya kadar, helada bile olsa vukuf-u kalbiye de¬vam etmelidir.
Altıncısı: Âhiretle bile ilgili olsa bütün düşünceleri atmaktır.
Yedincisi: Her an kalp ile talebe devam etmektir.
Sekizincisi: Kalbini mürşidin kalbine rabtetmek ve feyiz talep etmek için mürşidin kalbinden ayrılma-maktır.
Dokuzuncusu: Şeriatın gerektirdiğinin dışında söz söylememek, konuşmamaktır.
Onuncusu: Yemeği azaltmaktır. Yediği şey hay-vanî yiy¬eceklerden başka olsa daha iyidir.
On birincisi: Uykuyu azaltmaktır. Huzur-u Bârî’yi ay¬nen görmekten dolayı edep olarak ayak uzatmadan uyusa daha iyidir.
On ikincisi: Bütün mahlukattan hatta gâfil müritten bile uzak olmaktır. (Bir tarafa çekilip kendi kendine tenhâ yerde oturmaktır.) Çünkü gâfilin gafleti müridin kalbine akse¬dip gaflet, vesvese ve tefrika (ayrılık) ge-tirir.
On üçüncüsü: İhlaslı ve rızkı helal olan müridin pişirdiği pahalı ve çok lezzetli olmayan helal ve temiz yiyeceklerden yemektir. Fakat müridin yemesi huzur üzere olup aç gözlülük ve gafletten kaçınarak olmalıdır.
Çünkü gaflet lokması gaflet, huzur lokması huzur getirir. Eğer yemeğin üzerine rabıtayla beraber silsile-i şerife okusa son derece nurlanmış olur. Aynı şekilde her gece silsiley-i şerifeyi okuyup kötülükle emreden nefsin mahvolması için onları (silsiledeki meşâyıhı) vesile kılıp, meşâyıhtan yardım talep et¬mesi müstehaptır.
On dördüncüsü: İstekler ve maksatları terk edip him¬meti (gayreti) muhafaza etmektir. Şöyle ki menfaatin husulü ve zararın defi için himmet etmeyip bilakis teslim kapısına başını koymalıdır. Çünkü denildi ki: İbadetten, ubûdiyyette ol¬maktan başka bir şey kasdolunmaz.
On beşincisi: Mübah, sünnet ve vacip olan amellerin cüzlerinden her bir cüzde Efendimize tabi olmaya niyet etmeli¬dir. Fakat bu ittibayı murad etmek muradlar ve sebeplerden değildir. Bilakis manada maksatları ve sebepleri defedicidir.
Akşam ile yatsı arasında ve fecrin doğmasıyla güneşin doğması arasında teheccüd, kuşluk, işrak, evvâbin namazlarını kılmak ve uyumayı dilediği vakit abdest yenilemek lazım ol¬ması âşikâr olan şeylerdir.
On altıncısı: Varlığını yok etmek (kendisini yok say¬mak). Çünkü “senin varlığın bir günahtır ki ona başka şey kıyas olmaz” denilmiştir. (Yani en büyük günah senin kendini var saymandır).
Bunda (varlığı yok etmede) en kuvvetli olan ölü-mü te¬menni etmek, nefsine inat olarak hırs ve ümidini kesmek için nefeslerinden her bir nefeste ölümü sev-mektir. (Güzel görmektir) Eğer böyle yapmazsa ebedi olarak kalbinden dünya sevgisi gitmez, yok olmaz. Dünya sevgisi ise her bir hatanın başıdır. İnsanın varlığı da aynı şekilde dünyasıdır. Çünkü “senin dünyan, seni Mevla’dan meşgul edendir” denildi.
On yedincisi: Kendisini sâlik saymayıp bilakis ısıran, azgın köpek saymalı, insanlar zarar görmesin di-ye kendisinin hapsedilmesini vacip görmektir.
On sekizincisi: Varlığından ve amellerinden dolayı üzülmektir.
On dokuzuncusu: Hakk Celle ve Alâ Hazret-lerine son derece hüsn-ü zan edip sırf fazlına yapış-maktır. Allah’ın hilesi helak olandan gizli bir kahr-ı ilâhîdir. Bundan Allah-u Teala’ya sığınırız.
Yirminci: Allah’ın mekrinden ziyadesiyle korkmalıdır.
Yirmibirincisi: Mürşidine muhabbetinin (sev-gisinin) ve ihlasının çok olmasıdır. Şöyle ki: Mürşi-dinin tek olduğuna, benzeri olmadığına inanmaktır. Şeyhinin râzı olmasını saadet, razı olmamasını ise şekâvet bilmelidir. Hatta şeyhini, şeyhinin şeyhine takdim etmelidir. (Önde tutmalıdır.) Yani şeyhim be-ni reddederse hiç farksız şeyhimin şeyhi de reddeder. Eğer kabul ederse şeyhimin şeyhi de aynı şekilde kabul eder, diye inan¬malıdır.
Aynı şekilde Rasûlullah’a (s.a.v.) ve Hakk Celle ve Âlâ Hazretlerine bitişik olduğu halde (yani arası kesilmeksizin takip ettiği halde) şeyhinin reddetme-sini red (yani bütün şeyhler ve Allah tarafından red), kabul etmesini de kabul (yani diğer şeyhler ve Allah tarafından kabul) bilmelidir.
Şeyhi kendisinde olan bakış ile bir kimseye baksa Beyazıd-ı Bestâmî ve Cüneyd-i Bağdadî Haz-retleri’nin derecesine ulaştırır, diye inanmalıdır ve bu bakışı ümit etmeli ve araştırmalıdır.
Avârif isimli kitabın mütercimi: “Şeyhini tek bilmek (benzeri olmadığına inanmak) vaciptir. Tek bilmemekle bir şey hasıl olmaz (ortaya çıkmaz)” demiştir.
Ve gizli olmaya ki şeyhini tek ve benzersiz bilmek bir şeyi istediği gibi yapabilen şeyhler hakkında lazım olup şeyhlik taslayanlar hakkında lazım değildir. Nite-kim şartlardan habersiz olan câhillere bağlanan ve onlar-la arkadaşlık eden tevehhüm içinde bulunur.
Mürid şeyhinden zikrinin (dersinin) değiştirilme-sini ve rüyâsını tabir etmesini istememelidir. Tarikat hal-lerinden de anladığı, idrak ettiği şeyi yahut kendisi için güzel olan rüyâyı şeyhinden gizlememeli ve kalbiyle şeyhine yakardığı halde şeyhin huzurunda kendisini a-şağı etmelidir. Şeyhi kendisinin karşısında durmasını çirkin göreceği vakit şeyhin yanına gitme¬melidir.
O vakit ise deliller ile bilinen vakitlerdendir. Mür-şidinden başkasına hallerini açıklamamalıdır. Kendisin-de bazı haller meydana gelmemesinden dolayı niyet ve gayretine gevşeklik getirmemelidir. Çünkü maksud olan (kastolunan, istenen) tarikat hallerin¬den başka şeydir. (Yani maksut tarikat hallerini elde etmek değildir.) Halin değişmesinden korkmalıdır. Çünkü “ziyadeden sonra noksanlık” kavlinin ma¬nasına göre noksanlığa ve hesaba çekilmeye delalet eder. Kendi¬sinde meydana gelen hal-lerin güzel bir şekilde hatırına gelme¬sine ve ortaya çık-masına şükür etmelidir. Çünkü böyle yapmak fazlı ilâhî ve kesilmeyen bir yardıma ulaştırır.
Hasılı kelam edeplerin sınırı ve sayısı olmayıp aklına gel¬mesi ve ortaya çıkması makam itibariyledir. (Herkes makamına göre edep yapar.) Edebin bütün cüzlerine dikkat etmek Allah tarafından kalbe atılmasına muhtaçtır. Çünkü makama uygun olmayan edep kötü edep ve ayıplanmış olmaya döner. Edebin makama uy-gun olması lazım olduğu gibi edeplerin bazısı meşrep sahiplerine göre farklı farklıdır.
Çünkü tarikat şeyhleri sahabenin (r.a.) adımları üzerine sülûk ederler. Sahabenin huy¬ları, ahlakları da son derece farklı farklıdır. Çünkü onlardan bazısı bütün malını infak eder. Hz. Ebu Bekir (r.a.) gibi. Bazısı malının yarısını infak eder. Mü’minlerin emiri olan Hz. Ömer (r.a.) gibi. Bazısı şakayı sever. Numan (r.a.) gibi. O’nun (Numan (r.a.)’ın ) şakaları acayip ve çoktur. Bazıları şakaya meyi etmez. Osman (r.a.) gibi.
Sahabenin (r.a.) hallerini ve özelliklerini bilenler huy¬larının da farklı farklı olduğunu bilir.
Netice olarak şeyhlerin huyları da böylece farklı farklıdır. Çoğu zaman bir işte bir şeyhin edebi diğer şeyhin ede¬bine zıtlığı gerektirir.
Ehlullâh’ın “Allah’a (ulaştıran) yollar kulla-rın tabiat¬larının adedincedir” sözü bu manaya işa-ret etmektedir. Meşrepler de böylece birçoktur. Çün-kü bu acele yapılmış olan risale, yolculuk sırasında yazıldığından kısalık murat edil¬miştir.
Allah’tan affı ve dünya ve âhirette âfiyeti yal-varmak ve boyun kırıklığı üzere zikre devam et-meyi, niyetlerde ve diğer hallerde ihlas ve sıdkın kemâlini istiyoruz.
Allahu Teâlâ bizleri seçilmiş olan peygam-berlerin hürmetine istikâmet ve güzel bir ölümle rızıklandırsın. Duâlarımızı kabul et ey isteyenlere istediğini veren! Çünkü amellerde itibar son âna olup, sülük nevilerinin on üçüncüsünde silsile-i şe-rifeyi okumanın güzel olduğuna işaret olundu-ğundan ve yaklaşık olarak isimleri zikrolunan-lardan yardım istemek ve onları vesile edinmek murat edildiğinden bu risaleyi silsile-i şerif ile gü-zel bir şekilde bitirmek uygun oldu. İns ve cinnin efendisine ve sâlih ve kerim olan âline salât ve selâm olsun.
Velhamdü lillâhi rabbil âlemîn.

Bu web sitesi ücretsiz olarak Bedava-Sitem.com ile oluşturulmuştur. Siz de kendi web sitenizi kurmak ister misiniz?
Ücretsiz kaydol